Türk Cumhuriyeti’nin bir mesajı var bizlere. Bizlere bir mesajı olduğu gibi düşmanlara, bizi yok etmek isteyenlere de bir mesajı var. Cumhuriyet’in ilanı sadece bir yönetim değişikliği değildir. Bundan çok daha fazla anlama ve mesaja sahiptir.
Atatürk yaptığı işler ve söylediği cümleler ile hep Türk Gençliği’ne yol göstermiştir. Mesele sadece söylenenleri anlamak değildir. Sadece söylenenleri anlamak yapmacık ve dar bir anlama sıkışmak olur. Yapılması gereken Atatürk’ün söylediklerini ve verdiği mesajlardaki anlamları uygulamak ve sahip çıkmaktır.
Cumhuriyet öyle güllük gülistanlık bir ortamda ilan edilmemişti. Meclis kurulduğu vakit de hemen ilan edilememişti. Şartların olgunlaşması lazımdı. Atatürk, keskin dehasıyla bunları çok iyi biliyor ve dehasıyla şartları istediği hale getiriyordu.
Halifeliğin ve saltanatın kademeli şekilde kaldırılışı buna örnektir.
Atatürk Kurtuluş mücadelesini başlattığında, millet başarı halinde tekrar padişahlık ve halifelik sisteminin yürürlükte olacağını zannediyordu. Atatürk de düşmanın işgaline son vermek için bu detaylarla uğraşmıyordu. Ortaya çıktığında padişahlığı ve halifeliği kaldırıp Cumhuriyet’i ilan edeceğim dese kimse arkasından gelmezdi. Bunu çok iyi biliyordu.
Atatürk yapmak istediklerini milli sır gibi gönlünde taşıyarak zamanı gelince aşama aşama uygulamıştı.
Milletin desteğini arkasına böyle almış, savaşı böyle kazanmış, şartlar oluşunca önce saltanatı sonra halifeliği kaldırmıştır.
Bunları biz tarih satırlarında okurken çok kolay olmuş gibi bir ima içerisinde okuruz. Çünkü yapılan işin sonucu kısa satırlar ile ifade ediliyor. Oysaki bu sonuçların olabilmesi için bir deha geceli gündüzlü uğraş vermişti.
“Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” sözü 28 Ekim günü Atatürk’ün meşhur sofrasında söylenmiştir.
Tabii ki de Cumhuriyet fikri bir anda tepeden ve aniden gelmemiştir. Atatürk’ün uzun zamandır aklında olan bir fikirdir Cumhuriyet. Amasya Kongresi sonrası ve Erzurum Kongresi öncesinde Mazhar Müfit Kansu, Atatürk’e başarı halinde hükûmet şekli ne olacaktır diye sormuştur. Atatürk’ün cevabı ise basitti;
“Zaferden sonra şekl-i hükümet, Cumhuriyet olacaktır”
7/8 Temmuz 1919 günü geçen bu konuşma, İngiliz İstihbarat Servisi aracılığıyla 22 Eylül tarihinde The Times gazetesinde şöyle yer bulmuştu “Sivas’taki Anadolu Cumhuriyeti”.
Atatürk, Abdülhamit zamanındaki istibdat anlayışını görmüş, kendisi de önce jurnal edilerek sorguya çekilmiş, sonraki yıllarda da hapis yatmıştı. Gençliğinden beri gördüğü şey yönetimin sağlıklı ve yeterli olmadığıydı. Bunun üzerine ideal olması gereken yönetim biçimini düşünmüş ve bunu uygulayacağına her zaman inanmıştı. Nitekim dediğini yaptı da.
29 Ekim siyasi bir rejimin ilanından çok Türk milletinin bağımsızlığına, kendi kendini yönetebileceğine işaret eder. Bu gün aslında yönetim biçimi değiştiği için değil, egemen ve bağımsız olduğumuz için önemlidir. Milletin kendi kaderinde kendisinin tekrardan söz sahibi olduğu gündür, 29 Ekim.
Yoksa siyasi rejimin değiştiği anlamına bağlı kalmak gereksiz ve anlamsızdı. Rejimler değişebilir, bozulabilir ve yıkılabilirdi. Atatürk bunu çok iyi biliyordu.
Cumhuriyet’in ilanından sonra bir kaç yıl 23 Temmuz günü bayram olarak kutlanmıştı. 23 Temmuz meşrutiyet’in ilan edildiği tarihtir.
Atatürk II. Meşrutiyet yıllarında “İnkılâbı tamamlamak gerekir. Biz bunu yapabiliriz. Ben bunu yapacağım. Evet, inkılâp yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılâp yeterli sayılmaz. Fazlasını yapacağız” demişti.
Meşrutiyet bozulduğunda yerine başka bir yönetim şekli gelmiş, meşrutiyetin geldiği gün bayram olarak kutlanmaktan çıkmıştı. O yüzden 29 Ekim sadece siyasi rejim değişikliği olarak vurgulamamak gerekir. Onun taşıdığı anlamı başkadır.
Onun taşıdığı anlamın yanında bir de taşıdığı bir mesaj vardır.
Bu da onun ilan edildiği, anayasaya girdiği tarihte saklıdır.
Yeni kurulan devletin elbet bir yönetim biçimi olacaktı. Ne olacağı Atatürk’ün kafasında belliydi ama ne zaman olacaktı?
Halifeliğin ve saltanın olması Atatürk’ün kuracağı yeni yönetim biçimi için engeldi. Üstelik meclisin uluslararası alanda tanınması gerekiyordu. Bu da Lozan Anlaşması’nın imzalanması demekti. Uluslararası alanda tanınmayan bir meclisin ilan ettiği yönetim şekli ve devlet, belki tanınmayabilirdi. O yüzden anlaşmanın imzalanması zorunluydu.
Lozan’da Atatürk’ün emriyle takınılan tavır da bunu gösteriyordu. Masaya oturan devletlere, belirlenen prensipler üzerinde katı şekilde durulduğu, aksi takdirde savaş ve anlaşmama yolu gösteriliyordu. Çünkü prensiplerin anlaşmada kabul edilmesi kurulan yeni devlet için çok önemliydi. Bu yüzden Atatürk onları anlaşma yapmaya zorlamıştı.
Meclis 23 Nisan 1920 tarihinde kurulmuştu. Kurulduğu gün yabancı devletlere Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğunu bildiriyor ve şöyle diyordu “Osmanlı Hükûmeti ile yapılan hiç bir anlaşmayı tanımıyoruz”.
Meclisin kurulmasından sonra önemli cephe savaşları kazanılmış, askeri açıdan sorunlar çözülmüştü. Geriye diğer alanlardaki sıkıntıları çözmek kalıyordu.
Meclisin açıldığı ertesi gün alınan kararlar yukarıda bahsettiğim halife ve padişah ile ilgili tutumu açıklamaktadır. 24 Nisan’da alınan kararlardan biri şudur;
- Padişah ve halife İtilaf Devletlerinin baskısından kurtulduktan sonra meclisin düzenleyeceği yasaya göre hareket edecektir.
Atatürk önemli savaşları kazandıktan sonra önündeki engel padişahlık ve halifelik makamıydı. Halifeliğin yönetimsel bir etkisinin kalmaması onu engel olmaktan çıkartmıştı, ama yeni yönetim biçiminin anlayışına ters olduğu için kaldırılması gerekiyordu. Üstelik yeni yönetim biçimi ilan etmek için anlaşmanın imzalanmasını da bekliyordu.
Millet dinine çok katı şekilde bağlı ve akılcılıktan uzaktı. Padişahın millete sırt çevirmesi çok açık ve ortadaydı. O yüzden ilk yapılacak olan saltanatın, yani padişahlık makamının kaldırılmasıydı.
1 Kasım 1922 tarihinde bu oldu. Ancak sadece ‘oldu’ diyebileceğimiz basitlikte olmadı. Uzun ve şiddetli tartışmalar sonucu oldu. Çünkü hala padişahın yönetime devam etmesini isteyen kişiler ve milletvekilleri vardı.
Zaten Atatürk dehası ile bu sorunu çözmüş ve tek tek anlatmıştı padişahlığın niye kalkması gerektiğini. İkna kabiliyeti yüksek olan Atatürk, çıkan tartışma ve muhalefete rağmen bunu kabul ettirmiş, hilafetin devam etmesi de tepkiyi durdurucu bir etken kılmıştır.
Hilafet makamına sıkı sıkıya bağlılık hem millet de hem de milletvekillerinde devam ediyordu. O yüzden onun kaldırılması için iki yıl daha beklenecekti. Zaten kaldırılması çok şiddetli tartışmalara yol açacaktı. Ama Atatürk her zaman şartların olgunlaşması gerektiğini biliyordu, o yüzden padişahlık ve halifeliğin kaldırılması arasında iki yıl süre vardır.
Bir diğer aşama olan anlaşma işi de 24 Temmuz 1923 günü, Lozan’ın imzalanmasıyla çözülmüştü. Kurulan Millet Meclisi, kazandığı savaş ve başarılarla kendini dünyaya tanıtmıştı.
Anlaşma masasına oturan devletlerin merak ettiği konu bu meclisin yönetim şeklinin ne olacağıydı. Çünkü saltanat kaldırılmıştı. Uluslararası alanda artık yeni yönetim şeklinin açıklanması bekleniyordu. Daha önce yapılan haberlerde Cumhuriyet ismi zaten duyulmuştu, ama son karar ne zaman verilecekti. Bunu merak ediyorlardı. Şartların olgunlaşmasını beklemek demek bu demekti. Atatürk’ün böyle bir beklenti oluşturması yeni yönetim biçimin kolayca ilan edilip ve tanınmasını sağlamıştı.
Atatürk 29 Ekim tarihine gelmeden, 24 Temmuz’dan sonra herhangi bir gün yeni yönetim şeklini ilan edebilirdi. Ama o bunu önemli bir günde, tüm herkese açık bir mesaj olacak bir şekilde yapmayı planlamıştı!
Hilafeti kaldırmak için hemen tartışmaya girmiyor ve aceleci davranmıyordu. Onun da zamanının gelmesini bekliyordu. Dini bir makam olduğu ve yönetimsel bir etkinliği kalmadığı için hilafet, yeni yönetim biçimine engel olmaktan çıkmıştı.
Zaten yönetime karışması, tekrar fetva vermesi gibi olaylarla 3 Mart 1924 günü kaldırılmıştı.
Atatürk’ün çocukluğunda kafasında olan Cumhuriyet, yönetimi değiştirmek için şartlar olgunlaştığında hemen ilan edilememişti. Ancak şartlar artık olgunlaşmıştır. Yapılması gereken sadece gün belirlemektir.
Bu gün de Mondros Anlaşması’ndan bir gün öncesidir!
Çünkü Atatürk 30 Ekim tarihinde imzalanan Mondros anlaşmasını unutmamıştı. Türk Milletini esir almak, topraklarını parçalamak için yapılan bu anlaşmanın tesiri o zamanda yaşayan insanlar gibi Atatürk’ün de üzerindeydi. Çok sakin ve dehâca davranıyordu. Ama bu yapılanları da sindiremiyordu. Büyük Taaruz böyle bir tesirin altında saldırıya geçmekti.
Başkomutanlık Meydan Muharebesi esnasında cephede savaşı takip ederken sinir boşalması yaşamıştı. Orada bulunan cephenin üstüne çıkarak tüm sesiyle İzmir’de bulunan düşman başkomutanına “Hagi Anesti, gel de ordularını kurtar” diye bağırmıştı. O ses Türk’ün kudreti ve öfkesiydi.
Savaş evresi bitmiş, gereken ders verilmişti. Kutsal saydığımız yurdumuza düşmanın pis ayaklarıyla gelmesi sonucu, Atatürk gereken cevabı vermişti. Sevr’i zaten tanımamış, olmasına imkân vermemişti. Mondros anlaşmasını da hiçe saysa da, o anlaşma maalesef gerçekleşmiş sonucunda çok kan dökülmüştü.
Cephede cevap veren komutan Atatürk, devlet yöneticisi ve kurucusu sıfatıyla bir mesaj daha vermek istiyordu. Bütün düşmanlara, yurdu ele geçirmek isteyenlere…
O mesaj, Başkomutanlık Meydan Savaşı’ndaki düşman başkomutanına seslendiği gibi olacaktı. Orada bağırarak Türk’ün kudretini göstermiş olan Atatürk, yeni yönetimi Mondros Anlaşmasından bir gün önce ilan ederek tüm dünyaya Türk Milleti’nin bağımsızlığını ve kendi kendini yönetebileceğini ilan edecekti.
Öyle de oldu…
Yeni yönetim, Türklüğün varlığını ve bağımsızlığını, düşmanın bizi bitirmek için son hamlesini yaptığı anlaşmadan bir gün önce ilan edilmişti!
Bu düşmanın yaptıklarına verilmiş çok zeki bir cevaptı!
Bir çocuk sabırsızlığı ile beklediği tarihi bir gün öncesinden “Efendiler, yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” diyerek önce masasında oturanlara duyurmuş ve tepkilerini ölçmüştü. Ertesi gün meclis çalışmasıyla bu karar anayasaya kabul edilmiştir.
Atatürk hem dosta hem düşmana bir mesaj vermişti.
Düşmanın Mondros anlaşmasında belirlediği amaçların gerçekleşemeyeceğini belirtiyordu. Uğruna savaştığı milletine bağımsızlığı ve egemenliği kazandırarak, düşmanlara verdiği bu cevabı Türk Gençliği’ne armağan ediyordu.
Türk Gençliği’ne ise düşmanların böyle emel ve amaçlar uğruna harekete geçtiğinde nasıl cevap verilmesi gerektiğini anlatıyordu. Bunu çeşitli yerlerdeki nutuklarında ve Gençliğe Hitabe’de de dile getirmişti.
Cumhuriyet, aslında Türklüğü bitirmek isteyenler ve onu yok etmek isteyenler için yaşayan bir cevaptır. Artık hâkimiyet kayıtsız, şartsız Türk Milleti’ne aittir. Kendi kendini yönetebilecek, kendi seçtiği adamlar görevde olacaktı. Esirliği ve bağımsızlık ve özgürlüğü yok eden şeyleri tanımayacaktı.
Atatürk bu mesajı hem geçmişe, hem geleceğe vermişti.
Fakat demokrasi yoluyla Türk Milleti’ne ait kayıtsız, şartsız hâkimiyete zarar veriliyor.
Türk Gençliği, Atatürk’ün Türk Milleti’ne verdiği kayıtsız ve şartsız hâkimiyeti tekrar kazanacak, onun eseri olan Cumhuriyeti yıkmak isteyenlere, zarar verenlere, temeline dinamit koyanlara gereken cevabı verecektir.
Örnek aldığımız adam, lider ve komutanımız, son Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’tür!
Yüce Atatürk!
Yüce hatırana bitmeyen sevgi ve saygı ile..