Ana Sayfa Genel Sömürgecilik Tarihi ve Sömürgecilik Kavramı

Sömürgecilik Tarihi ve Sömürgecilik Kavramı

0 Yorum 3739 Görüntülenme

Sömürgeciliğin Doğu ve Batı Avrupa’daki başlangıcı, 1300lü yılların sonlarında, baharat ticareti için kaynak bulmak; aynı zamanda fantastik krallıkların varlığını keşfetmek isteyen Portekizli kaşiflerle birlikte bilinir.

Hız kazanışı ve yükselişi, Batı Avrupa’da ortaya çıkan “Merkantalist Kapitalizm” ile gerçekleşmiştir. Merkantalizm, ülkelerin itibarının ve zenginliğinin, ülkeye giren ya da içeride işlenen madenle ilişkili tutulduğu bir tür ekonomik teoridir. Yani, en basit örnekle; Belçika’nın dünyada mücevherat devi oluşu, halâ merkantalist devletlerin var olduğuna işarettir. Avrupa’yı etkisi altında bırakan Sanayi Devrimi, büyük güçlerin kaynak hammadde aramasına sebep olmuş, yeni pazarlar yaratmak gayesine itmiştir. Sömürgecilikle alakalı münakaşalar, sömürgeciliğin aslında zorunluluk olduğunun gözden kaçırıldığını betimleyen bir merkezde toplanmıştır. Yani, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci ülkelerin Sanayi Devrimi’ndeki atılımları, sömürgelerin tam bir hakimiyet altına alınmasını zorunlu kılmıştır. Çin ve Osmanlı gibi bir zamanların büyük güçleri, sömürge olmadıkları halde siyasal ve toplumsal açıdan sömürgeci güçlerin çıkarlarına yarayacak ilişkilere karşın engel oluşturmamış, onları “yarı sömürge” durumuna sokmuştur.

Bu dönemde Avrupa ülkeleri hem iç hadiselerin desteği, hem de dışarıya karşı duruşları söz konusu olduğunda sömürgeciliği verimli kılacak potansiyel oluştururken, Avrupa dışında kalan ülkeler bu konuda zorluklar çekmişlerdir. Zira Avrupa dışında kalan ülkeler, bu altyapıdan ve donanımdan yoksun kalmışlardır. Avrupa’daki iddialı güçlerin gerek ekonomik, gerekse de teknolojik alandaki dik ve dinamik duruşları, öte yandan toplumsal yapıları, kuraklık, açlık gibi sefaletlerle muhatap olmayışları, kıtadaki Ortadoks – Katolik – Protestan gibi ayrımlara rağmen geleceğin dev güçlerinin bu kıtadan çıkacağının sinyalini aşikâr bir biçimde sergilemekteydi. Avrupa dışında çok daha önceleri bulunmuş ve kullanılıyor olduğu halde, tarımda üretkenlik, silah gücü, denizcilikteki ustalık gibi konulardaki üstünlükleri, Avrupalılara önemli avantajlar sağlıyordu.

Avrupa dışında kalan devletlerde birtakım teknik ve teknolojinin potansiyel açıdan var olmasına rağmen kullanılmıyor oluşunu, direkt olarak söz konusu toplumların iç yapılarıyla ilişkilendirebiliriz. Doğu toplumlarında, dini veya siyasi otoritelerin baskınlığı, ağır ve engelleyiciliği söz konusuydu. Boyunduruk altında bulunan halklar, hayatlarının en önemli kaynaklarını merkezden beklemek zorundalardı. Doğu toplumlarındaki bu ekonomik baskının tam zıttı, Avrupa’da baş gösteriyordu. Bu serbestlik, Avrupa ülkelerindeki ticaret kanallarının özgürlüğünü kamçılıyor, rekabeti artırıyor ve ticaretle uğraşan kuruluşlar bu sebepten dolayı yeniliklere ve gelişmelere imza atıyordu.

Sömürgecilik düzeninin bu alışılagelmiş hâli, Birinci Dünya Savaşı ile olumsuz bir etkiye kapıldıktan sonra, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte bir toparlanma ve arınma sürecine girmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, insanlarda eski tür sömürgeciliğin sona erdiği izlenimini uyandırmaya başlamıştı. 1919 Versailles Antlaşması kapsamında kurulan manda rejiminin uluslararası sömürgeciliğe daha kolay biçim vermesi açısından önem arz ediyordu. Aynı biçimle, bu antlaşmadaki manda görüşü, emperyalist devletlerin de bu olaya daha yatkın bakmasını sağlamıştı. Sömürgeciliğin batı ve doğu devletleri nazarında gerçekleşen reaksiyonunu, İbn-i Haldun yüzyıllar öncesinden özetlemişti:

“Baskıcı bir yönetim kamu refahının yıkılmasına neden olur. Paralarına el koyarak sıkboğaz etmek, onların daha çok kazanmak için çalışma isteklerini engeller, çünkü sonunda kendilerine bir şey bırakılmadığını görürler. Kazanç umudunu yitirince de artık çalışmaz olurlar ve sıkıntılarla karışılaştıkları ölçüde cesaretleri kırılır. Bu durum devletin düzenini yitirmesine yol açar; devlet kamu refahına biçim verdiğinden, bu refahın içeriği bozulunca, devlet de zorunlu olarak yıkıma uğrar.”

Avrupa’daki büyük güçlerin sömürgecilik hususunda boy gösteren çekişmeleri, Avrupa ve Avrupa dışı olarak iki cephe oluşturmuş, sonuç olarak uygarlıklararası, global bir çatışma ortamı yaratmıştır. Başlarda sömürge için önemli bir direnişle karşı karşıya gelmemiş olan batılı devletler, zamanla yerel halkların dik başlılığıyla yüz yüze gelmiş, egemenliklerini sürdürmekte zorluk çekmişlerdir. Bu, güçlü devletleri yeni keşfedilen ülkelere yöneltmiştir ancak, aynı çekişme bu noktalarda da hız kesmeden devam etmiştir. Hintli siyasetçi Namboodpripad, ülkesinde baş gösteren İngiliz gücünü, şu sözlerle ifade etmiştir:

“Hind toplumu, yüzyıllarca bir durgunluk ve gerileme evresinde kalmıştı; parçalanması, günün bir gereği olarak gelmişti. Ne var ki, durağan ve çürüyen eski toplumu yıkabilecek hiçbir güç olmadığı için, dışsal güç sahneye çıktı; 15. ve 16. Yüzyıllarda Hindistan’a gelen Avrupalı tüccarlar, özellikle bunların arasında en moderni ve güçlüsü olan İngilizler… Tarihin değişim araçlarıydılar… Dünya pazarının gelişmesi ve Hind köyünün bu dünya pazarına yavaş fakat emin entegrasyonu, artık büyüyen dünya kapitalist toplumunun bir parçası olan Hind köy toplumunun kendi kendine yeterlilik özelliğini ortadan kaldırdı…”

Sömürgeciliğin gelişimindeki en önemli nokta, elbette denizciliğin ve ticaretin gelişmesiyle bağlantılıydı. Zira denizcilik, batı ülkelerine doğu ve güney ülkelerine intikal ve müdahale olanağı sağlamıştır. Ticaret ise, bir devletin yönetiminde, var oluşunda ve işleyişinde ekonominin önemini gözler önüne sermekteydi. Namboodpripad’ın da anlattığı üzere, bugün halâ Hindistan’da varlığını sürdüren İngilizler’in bu başarıdaki sırrı, ticaret yollarında kurduğu üstünlükte gizliydi. Bu noktada, sömürgeciliğin tarihi gelişimi dört aşamada ele alınmaktadır:

Birinci aşama, Amerika’nın keşfedildiği 1492 tarihidir. İkinci aşama, Sanayi Devrimi’nin başlattığı süreçtir. Üçüncü aşama, Avrupa’daki büyük imparatorlukların gövde ve güç gösterisi başlığıyla, adına emperyalizm denen süreçtir. Dördüncü aşama ise, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya atılan, “yeni sömürgecilik” olarak adlandırılan, yakın dönemdir.

Neticeye gelecek olursak, sömürgeci bir devletin ilk hedefi, mali yollarla ilişkili olmak zorundadır. Çünkü, sömürgeciliğin dördüncü aşaması olarak nitelendirdiğimiz kısım, artık yeni ülkeler ve yeni kıtalar keşfedilmeyeceğine göre, tamamen sömürülmesi hedeflenen ülkenin iç yapısıyla bağlantılı olmak zorundadır. Günümüz şartlarında bir ülkenin seyrini değiştirecek en önemli prensip ekonomi olmaya başlamıştır. Bunun en büyük kanıtı, devletin ele geçirilmesi ile direkt olarak alakalı olacağı için, kabataslak biçimde kolay tahlil edileceği için, silah sanayisi ile gösterilebilir. Silah sanayisinin önemini göz önünde bulundurarak, ekonomik bağımsızlığın sömürgeye karşı çok kuvvetli bir silah olduğunu söylemek, elbette yerinde bir davranış olacaktır.

Başbuğ Atatürk’ün sömürgecilik hakkında dile getirdiği sözlerden bence en önemlisi, aşağıdaki sözleridir:

“Bugünkü mücadelemizin amacı tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın bütünlüğü ise ancak mali bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca o devletin bütün hayati kuruluşlarında bağımsızlık felç olur. Çünkü her devlet organı ancak malî kuvvetle yaşar. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile orantılı ve denk olmasıdır. Bundan ötürü, devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya başvurmaksızın memleketin gelir kaynaklarıyla idareyi sağlama çare ve tedbirlerini bulmak lazımdır ve bu mümkündür… Azami tasarruf milli prensibimiz olmalıdır.”

Ötüken Dergisi, 180, Eylül/2018.

0 Yorum

Yorum Yap