Ana Sayfa Genel Sakarya Meydan Savaşı

Sakarya Meydan Savaşı

0 Yorum 1935 Görüntülenme

Sakarya Meydan Savaşı, yüce Türk milletinin umutsuzluğunun kaybolduğu, akılların artık zaferin kazanılacağına inanmasını sağlayan, tarihte eşi ve benzeri olmayan büyük bir meydan savaşıdır.

Türk ordusu birinci ve ikinci İnönü savaşlarında Yunan ordusunu yenmişti ama kesin sonuçlu bir zafer elde edemediği gibi düşman hala topraklarımızdaydı. Düşmanın ilerleyişi durmamıştı. Düşmanın ve onun arkasında olan itilaf devletlerinin aklında olan, Ankara’yı ele geçirmek ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne de Sevr Antlaşmasını dayatarak kabul ettirmekti.

Türklerin kolay lokma olmadığını anlayan Yunan ordusu amaç ve emellerinden, arkasında bulunan devletlerin de etkisiyle vazgeçmiyordu.

Türk ordusunun imha edilmesini ve Afyon, Eskişehir, Kütahya gibi stratejik noktaların işgalini amaçlayan Yunanlılar, güçlendirilmiş cephelere saldırıda bulunmak yerine zayıf kuvvetlerle tutulmuş olan Türk ordusunu güney kanattan kuşatmak üzere harekete geçti.

İnönü Savaşlarında Bursa’da hareketsiz bulunan Yunan ordusu, Afyon hattına doğru saldırıya geçmişti. Afyon’u işgal ederek 12. Kolordumuza ağır zayiatlar verdirtti. İsmet İnönü komutasındaki Batı Cephesi kuvvetlerini de birliklerinin bulunduğu alanda cepheyi yarıp Kütahya’yı ele geçirdi.

Bunun üzerine cepheye gelen Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa birliklerin ağır zayiata uğradığını yerinde görmüşlerdi. Atatürk önce İsmet Paşa’yı görevinden alarak Batı Cephesi komutanlığına Fevzi Paşa’yı getirdi.

Ordunun daha fazla zayiata uğramaması için de Sakarya Nehri’nin doğusuna doğru geri hareket emrini verdi. Batı Cephesi birlikleri önce Eskişehir-Seyitgazi hattına çekilecek, sonra Sakarya Nehri’nin doğusuna ricat(geri çekilme) edecekti. Eskişehir de düşünce Genelkurmay başkanlığından İsmet İnönü alınarak, Fevzi Çakmak yerine getirildi.

Bu hareket Türk ordusunun tamamen imha olmasının önüne geçmişti. O savaş havası içinde kimse bu olumlu noktayı göremiyordu tabii. Geri çekilmek bir nevi yenilgiyi kabul etmek demektir ki, istikbalini kazanacağını ümit eden Türk milleti için bu çok acı bir durumdu.

Bu Eskişehir-Kütahya savaşı olarak bildiğimiz mücadele, yenilgiyle sonlanmıştı ama her şey bitmemişti. Türk’ün gücünü bitti sananlar, onun kudretini iliklerine kadar hissedecekti. Her şey daha bitmemiş yeni başlıyordu…

İsmet İnönü yani savaşın komutanı Eskişehir-Kütahya yenilgisi sonrası karargâhta Atatürk’ü görünce ‘her şey bitti’ dememiş miydi?

Atatürk bu cümleyi gülümseyerek karşılayarak “Deja Kazandın” demişti yani ‘şimdiden kazandın’.

Atatürk kafasında meydan savaşının planlarını kuruyordu.

Türk ordusu Sakarya’nın doğusunda 100 kilometrelik bir cephe hattında toplanmıştı.

İsmet İnönü geri çekilme emrinden sonra ve meydan savaşı yapacağız dediğinde Atatürk’e sormuştu;

Haritada Eskişehir ile Ankara arasındaki alanı göstererek, “Buraları ne yapacağız, milleti burada nasıl bırakacağız?” demişti.

Bunun üzerine Atatürk kafasındakileri anlattı.

“İsmet” diyerek söze başladı, “ Orduyu çekmediğimizi farz edelim, ne yapacağız? Yapabileceğimiz bir şey yok. Bak İsmet, sen oraya çekilirsen Papulas ne yapacak?, seni takip edecek. Yani bizim vatanımızın içine girecek. Yani ikmal hatları uzayacak.” Atatürk Anadolu’da yol olmadığını biliyor. Düşmanın ilerlerken karşılaşacağı zorlukların hepsinin farkında. Düşman ordusunun halet-i ruhiye(ruh halini) iyi tahlil ediyor. “ Hâlbuki ben” der Mustafa Kemal, “Memleketimin içine çekiliyorum. Bırak gelsinler. Onları vatanın harim-i ismetinde (mukaddes ocak) boğacağım.” Nihayetinde ordu Sakarya’nın gerisine çekilmişti.

Bu esnada Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal Atatürk’e 3 ay süreyle başkomutanlık yetkisi vermişti. Ordu Sakarya Hattında yüz kilometrelik bir alandaydı. Atatürk hemen yetkisini kullanarak Tekâlif-i Milliye emirlerini yayınlamıştı. Milletinden neyi varsa ordusuna vermesini istiyordu.

Çünkü onun aklında savaş kazanılacaktı, başka çaresi de yoktu. Milletinden kazanacağı bağımsızlık için onlara ordu gerekliliklerini temin etmek üzere fedakârlık yapmasını istedi.

Afyon-Eskişehir-Kütahya hattında olan düşman ve arkasındaki devletler gözü Ankara’ya dikmişti. Ankara işgal edilecek, Sevr yürürlüğe sokulacaktı.

Yunan kuvvetlerinin başında olan Papulas bu harekâta karşı çıktı. Yunan ordusunu ıssız ve yolsuz Anadolu topraklarının derinine sürüklemenin sonuçlarının ağır olacağını düşünüyordu. Atatürk de düşmanın psikolojisini ve niyetini çok iyi bildiği için bunu istiyordu.

İsmet İnönü, Atatürk’e hem geri çekilme emrini verip hem de meydan muharebesi yapacağız açıklamasını idrak edememişti. Nasıl olur diyordu, hem geri çekileceğiz, hem de meydan muharebesi planını yapacağız diye düşünüyordu. Bunun için genelkurmay başkanlığına da Fevzi Çakmak paşa getirilmişti.

Atatürk’ün planı gayet basitti.

Boşuna çekilmemişti. Tüm eleştiriler, umutsuzluklar, hayal kırıklıklarına rağmen. Zafer bunların hepsinden öteydi.

Düşman Anadolu’nun içerisine çekmek, ikmal hattının(eksiklikleri tamamlama hattı) uzamasını, aynı zamanda düşman ordusunun komuta kontrolünden uzaklaşmasını istiyordu. Bu durum işe de yaramıştı. Düşman komuta kademesi savaşı uzaktan takip ediyordu. Papulas ve Trikopis yine cepheye yakındı. Hagi Anesti savaşı İzmir’den yönetmeye kalkmıştı.

Oysaki Türk Başkumandanı düşmanın kanını görüyor, barut soluyor, askerinin naaşlarını kucaklıyordu.

Yunan ordusu içerisinde savaş karşıtı gruplar bir takım broşürlerle ordusunun savaşa olan inancını kırmıştı. Bu gibi durumlar Ankara’ya doğru harekete geçmeye engel olmaya yetmedi. Populas ne kadar karşı olsa da kamuoyundan gelen baskı ve Ankara Fatihi olma cazibesine dayanamadı.

Çekilişin hızlı bir şekilde tamamlanmasından sonra Yunan birlikleri taarruz pozisyonu için tam 9 gün Türk birlikleri ile karşılaşmadan yürüdü. Bu yürüyüşün hangi yöne doğru olduğu Türk keşif birlikleri tarafından tespit edilerek cephe komutanlığına bildirildi. Bu savaşın kaderini belirleyecek stratejik hatalardan biri oldu. Yunan taarruzu baskın olma özelliğini kaybetti.

14 Ağustosta ileri harekâta geçen Yunan ordusu, taarruzu 23 Ağustos günü başlattı.

Tarihin en kanlı ve uzun meydan savaşı başlamıştı.

En büyük mücadele Mangal Dağı ve Çal Dağı (Çal Tepe) de gerçekleşmişti. Atatürk’ün Muhafız Alayı Komutanı olan Topal Osman ve uşakları da çok kritik öneme sahip olan Mangal Dağı’nda en ön cephede mücadele ediyorlardı. Mangal Tepe düşerse Ankara düşerdi. O yüzden Atatürk buraya Topal Osman ve fedailerini yerleştirmişti.

Ancak meydan muharebesi iyi gitmiyordu. Çok fazlasıyla kayıp verdiğimizden Türk Birlikleri geri çekiliyor, kuzey-Güney olan cephe, Doğu-Batı oluyordu. Görülen o ki savaş esnasında ters cephe olmuştur. Düşman karşısındaki askerle uğraşmayı bıraksa Ankara’ya girebilirdi.

Ancak kuşatma saldırışında başarı sağlayamayan Yunan kuvvetleri ağırlık merkezini ortaya kaydırarak Haymana istikametinde cepheyi yarmak istedi. 2 Eylül’de Yunan birlikleri, Ankara’ya kadar en stratejik dağ olan Çal Dağı’nın tamamını ele geçirdi.

Fakat Türk birlikleri Ankara’ya kadar geri çekilmeyerek alan savunması yapmaya başladı.

Neydi bu alan savunması?

Dünya tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş, müthiş dehanın eseri olan şu sözlerdi;

“Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her bir karış toprağı, vatandaşın kanıyla sulanmadan terk olunamaz.”

Tarih boyunca görülen, askeri ders kitaplarında öğretilen meydan savaşları iki hattın karşı karşıya gelmesi üzerineydi. İki ordu karşı karşıya hatlarda gelir ve meydan savaşını gerçekleştirirdi. Eğer hattın bir kısmı yarılmışsa, bütün savunma hattı toplanabileceği uygun bir geri noktaya çekilerek yeni bir savunma hattı oluştururdu.

Atatürk, ezbere iş yapacak adam değildi. Buna gerek yok diyordu. Herkes kendi alanını savunmalı, alan savunması yapılmalı diyordu. Hattın yarılan noktası toparlanabileceği uygun bir geri noktaya çekilir ve toparlanarak tekrar mücadeleye koyulmalıdır. Bunun için yakındaki birliklerin savunma hattının da geriye çekilmesine gerek yoktur diyordu.

Başkomutanın emri kesindi. Onun için diyordu küçük, büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir; fakat küçük büyük her birlik durabildiği noktadan yeniden düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona uymaz; bulunduğu mevzide sonuna kadar durmaya ve direnmeye mecburdur. Bırakalım Yunanlılar aramızda dolaşsın demişti.

Savaş tarihinde ne eşi, ne benzeri ne de türevi bir hamle görülmemiş, duyulmamış hatta düşünülememişti bile!

O çok keskin bir dehanın eseriydi!

Yunanlılara karşı yapılan alan savunması aynı zamanda bir psikolojik savaştı. Cephenin birden çok yerden yarılıp ama bozulmadığını gören Papulas’ın ve dolayısıyla askerlerin siniri bozulmuştu. Değişik bir oyun olduğunu anlar ama bunun ne olduğunu bulamaz.

Düşman kuvvetlerini Anadolu bozkırlarına yaymak, taktiğin amaçlarından biriydi ve başarıldı. Yayılan düşman birlikleri arasında irtibat sağlamak, su ve yiyecek temin etmek zorlaştı ve 1 Eylülden itibaren Yunan taarruzları şiddetini kaybetti.

6 Eylül’den itibaren ise Türk taarruzları şiddetlendi. 7 Eylülde Yunanlılar çekilmeye başladılar. Türk uçakları günde birkaç uçuş yaparak düşmanın çekilmesini takip etti. 10 Eylül’de Polatlı yöresindeki kolordumuz Beylikköprü yönünde karşı hücuma geçti. Saldırı merkez ve sol kanatta da şiddetlendi. 12/13 Eylül gecesi kesin zafer kazanıldı.

Atatürk’ün aslında aklında olan düşmanı imha etmek vardı. Şöyle diyordu;

“Ben Yunanlıları Sakarya’da yenecek ve hepsini esir edecektim. Ne çare ki, kumandanlardan biri vazifesini saatinde yapamadı. Düşmanı yavaş yavaş sol cenahından çekmiştim. Kumandan kendisine düşen ödevi vaktinde yapsaydı sert bir itme ile onu tuzlu çöle sokacaktık. Orada ya tutsaklığı yahut ölümü benimseyecekti. Bu takdirde, Yunan ordusundan milleti de hükümeti de habersiz kalacaktı. Herkes birbirine ordumuz nerede diye soracaklardı. Dünya şaşıp kalacak Yunan ordusunu aramaya çıkacaktı. En sonra Tuzlu Çöl’de onun salamurasını bulacaklardı.” (Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, C.I-II, 3. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003, s.379.)

Yunan Başkumandanı Papulas yıllar sonra yayımladığı anılarında bunu şöyle ifade eder: “Biraz daha inat etse idik, kralı da, kendimizi de kurtarmayacak, Türklere esir olacaktık.”

Düşman Eskişehir’e doğru kaçıyordu. Süvarilerimiz düşman ordusunun yanlarına, gerilerine ve içlerine girerek büyük kayıplar verdirmeye devam etti. Fakat savaştan önce Türk ordusunun yeniden teşkili ve noksanlarının giderilmesi tamamlanamamıştı. Çok büyük kayıp içerisinde olduğumuz için Yunan ordusu tam takip edilememişti. O iş Büyük Taarruza kalacaktı…

Geri çekilirken Yunanlılar, Türk sivil halkına karşı yaptığı tecavüzler, kundaklamalar ve yağmacılık sonucunda 1 milyonun üzerinde sivil Türk evsiz kaldı. [1]

Yunan ordusu geri çekilirken Türklerin kullanabileceği hiçbir şey bırakmamak için özen gösterdi. Demir yollarını ve köprüleri havaya uçurdu ve birçok köyü yaktı. [2]

O kadar çok kan dökülmüştü ki Atatürk bu savaş için “Sakarya Melhame-i Kübrası” diyordu. Malhame-i Kübra çok büyük ve kanlı savaş anlamına geliyordu. Sakarya Meydan savaşıydı fakat o kadar çok subay ölmüştü ki savaş “Subaylar Savaşı” olarak anılıyor ve hiç yadırganmıyordu.

Sakarya Meydan Muharebesi sonunda kaybımız;

Türk ordusunun zayiatı; 5713 şehit, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 49.289`dur.

Sakarya Savaşı sonunda; Türk ordusunun 1683 yılındaki 2. Viyana Kuşatmasındaki yenilgisinden beri süregelen çekilmesi sona ermiştir. Bu savaş, Türk ordusunun son savunma savaşıdır. Kurtuluş Savaşı’nın son savunma savaşıdır.

İsmail Habip Sevük, şöyle diyordu

“13 Eylül 1683 günü Viyana‘da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya’da durdurulmuştur.”

238 sene sonra bir meydan savaşı kazanılmıştı. Herkes o kadar büyük bir sevinç yaşıyordu ki, tarif edilemez derecede. Savaşın kazanılması Atatürk için Eskişehir-Kütahya yenilgisinden sonra kafasında belliydi.

Onun aklında şimdi eğitim ve ekonomi zaferi vardı. Savaş sonrası cepheden Çankaya Köşkü’ne dönerken kendini karşılayan Ruşen Eşref Ünaydın’a köşkte öyle demişti.

Bu savaşta 3 şey keşfettim.

Biri alan savunması olarak tabir edebileceğimiz “Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her bir karış toprağı, vatandaşın kanıyla sulanmadan terk olunamaz.” sözüydü.

İkincisi, Atatürk savaşta çok fazlasıyla gencin şehit olduğunu birebir görmüştü. Çok ağır bir kayıptı. Şöyle diyordu bu savaş eğitim ve ekonomi savaşıyla desteklenmezse şehit olanların bir anlamı kalmaz.

Üçüncü keşfettiği şey ise Atatürk’ün defterinde yazılı fakat yakınları defteri kaybettiğinden o şeyi maalesef ki bilmiyoruz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi savaşın kazanılmasından sonra Atatürk’e ‘Gazi’ ve ‘Mareşallik’ unvanını vermişti. Fevzi Paşa’da Mareşal olmuştu.

Gazi olmuştu çünkü cephenin en ileri hattında bulunurken attan düşerek kaburga kemikleri kırılmıştı.

Atatürk’e Osmanlı Hanedanı tarafından verilen rütbeler geri alınmıştı. Atatürk savaştan sonra artık hak ettiği askeri rütbesine kavuşmuştu.

Savaş, 22 gün ve gece sürerek 100 km uzunluğunda bir alanda cereyan etti. Yunan ordusu Ankara’nın 50 km kadar yakınından geri çekildi. Bu etkili zaferin üstüne siyasi neticeler de gelmişti.

Ankara Antlaşması ve Kars Antlaşması imzalanmış, İtalya Ege’deki adaları ve Akdeniz bölgesini terk etmeye başlamıştı

İngiltere, Esir Anlaşması ile Ankara Hükümeti’ni tanımak zorunda kalmıştı.

Artık düşmanı vatandan silip atmak kalmıştı. Ancak fazlasıyla kayıp verdiğimiz için toparlanmak gerekiyordu. General Anastasios Papoulas savaşı kaybetmişti ve bu yüzden kendisiyle beraber kurmay heyeti istifa etti. Yerine Trikopis atanmıştı. Dumlupınar öncesi de başkomutanlık savaşın ortasında Trikopis’ten alınıp, Hagi Anesti’ye verilmişti. Hagi Anesti savaşı İzmir’den yönetiyordu.

Hagi Anesti, Atatürk’ün savaş hattında cephenin tepesine çıkarak haykırdığı düşman başkomutanıydı. Atatürk, Dumlupınar Meydan Savaşın’da tüm öfkesiyle bağırmıştı.

“Hagi Anesti” demişti, ‘Gel de ordularını kurtar’…

Böylece tarih altın sayfaları arasına büyük bir meydan savaşı daha kaydetmiş, Türklerin en ümitsiz anlarında dahi neler yapabileceğini tüm dünyaya görmüştü.

Bu savaştan sonra yapılacak olan, düşman vatandan atılacak ve bu zaferler eğitim ve ekonomi zaferiyle tamamlanacaktı.

Bağımsızlığını kazanan yüce Türk milleti, hepsini başkomutanının emrinde tek tek gerçekleştirdi.

Tüm Türk düşmanları bilsinler ki, en büyük şekilde içimize girdiğiniz, bizi istila ve işgal ettiğiniz anda her zaman size yapacağımız olan şey, sizi vatanın harim-i ismetinde boğmaktır!

13.09.2018

[1]Christopher Chant “Warfare of the 20th. Century – Armed Conflicts Outside the Two World Wars” Chartwell Books Inc. New Jersey 1988. ISBN 1-55521-233-6, sayfa 23

[2] Michael Llewellyn Smith “Ionian Vision” Hurst & Company London 1973 ISBN 1-85065-413-1, sayfa 234

 

0 Yorum

Yorum Yap