Eski Türk geleneğinde meclis kavramına yakın kurultaylar düzenlenirdi. Fakat bunların belirli ve mimari alanları yoktu. Ayrıca kurultaylara “toy” adı da verilirdi. Önemli bir mesele varsa, bir – iki aileyi temsil eden (zamanla daha büyük çerçevelere alınmıştır) beyler toplanır, bu mühim konudaki fikirlerini beyan ederlerdi. Yine de son karar devlet liderine aitti. Bu düzende devlet işlerinin görülmesiyle beraber mühim bir mesele olmadığı surette kurultaylar, kelimenin tam anlamıyla şölene dönüşürlerdi. Eğlence ve ziyafet verilir, milletin gözünü gönlünü doyururdu.
Aradan yüzyıllar geçti. Anadoludaki Türkler devletlerini çeşitli sistemlerle yönettiler, bunun en uzun süreli olanı saltanat sistemi oldu. Saltanat sistemi milleti hiçe sayıp uzun zaman çileye sevk edince, saltanat sistemiyle sonlanan devletin ardından kurulan yeni sistem Cumhuriyet rejimini benimsedi. Milli Mücadele tamamlanınca TBMM kuruldu. Eski hatalar yeniden tekrarlanmayacaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 tarihinden bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin -özde- yasama organıdır. Meclis kâğıt üstünde olan varlığını, en azından kelime anlamından ötürü de olsa, modern dünyanın iktizasından bir binaya aktarmak zorundaydı. Önceden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kulüp binası olan birinci meclis binası, eski bir İttihat ve Terakki Partisi mensubu Başbuğ Mustafa Kemal tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi adı ile yukarıdaki tarihte açılmıştı. Bu binanın yapımına 1915 yılında başlanmıştır. Sanıyorum Salim Bey bu inşaatı kısa sürede bitirmiş olacak ki, 1920 yılında TBMM’nin ilk binası olarak kabul görecekti. Bu bina kuruluşun ardından dört sene geçtikten sonra meclis olsun diye yapılmadığı için görevini icra edememe safhasına geldi. 1924 yılında yeni bir meclis inşa edildi. Buna da “İkinci Meclis” denilecekti. İkinci Meclis Başbuğ’u, Hamdullah Suphi’yi, Mehmet Emin Yurdakul’u , Cemal Nuri İleri gibi eserlerini bildiğim kadarıyla beğendiğim, adını unuttuğum saygıya lâyık birçok ismi ağırlamıştır. 24’te açılan meclis binası, görevini 1961 yılına kadar sürdürdü.
1961 yılında, tam cuntacıların döneminde yeni bir meclisin inşaası tamamlandı. Bu meclisin bence en büyük özelliği, özel olmamasıydı. 2018 yılı itibariyle, az sonra bir tanesini tenzih edeceğimi belireterek söyleyeyim,üçüncü mecliste hatırı sayılır, gerçekten milletin vekilliğini yapmış bir tane milletvekili de, milletin bir ferdi olarak söylüyorum; bence bulunmamıştı.
***
Yirmi yedinci yasama yılının ikinci dönemi, alışılageldiği üzere 1 Ekim’de başladı. İstihbarat Teşkilatı, İçişleri Bakanlığı vesaire gibi önemsiz kurumlara onlardan daha önemli olan Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan daha az bütçe ayırılması gibi artık şaşırtıcı gelmeyen birtakım haberleri aldıktan yaklaşık bir hafta sonra, haberleri takip ederken ister istemez maruz kaldığımız meclis haberlerinden ilk defa bizi şaşırtabilen bir tanesine tanık olduk.
Şerefli bir Türk subayı sahneye çıktı ve gerçekten bu millet meclisinde milletin de düşünülebileceğini gösterdi. Bu, Üçüncü Meclis’te şerefli, mantıklı ve fedakâr bir insanın yaptığı ilk konuşma olarak bence tarihe geçmelidir. 24 Ekim 2018 tarihinde yapılan birleşimde tartışılan mesele Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı ile alakalıydı. Bilmeyenlere kabaca bu vakfın misyonunu takdim edecek olursam şöyle diyeyim; devletin pek mühim sarayından, ne bileyim, çok saygıdeğer milletvekillerinden ve bakanlarımızdan, sevgiyle selamladığımız partilerden ve birtakım iktidarı güçlendirme çalışmalarına harcanan trilyonlardan silah sanayimize kullanmak adına hatırı sayılır bir miktar para ayıramadığımız için milletin bu konularda yaptığı fedakârlıklarını bekleyen; ASELSAN, ASPİLSAN, TUSAŞ, İŞBİR, HAVELSAN, ROKETSAN gibi silah sanayimizin can damarı olan şirketlerin güçlendirilmesi adına kurulmuş bir vakıftan söz edebiliriz. Şuna da değinmek lazımdır ki, bu şirketlerin elde ettiği maddi kaynakların yarıdan fazlasını Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı karşılamaktadır. Ancak Kamu İhale Kurulunun yeni kararı neticesinde TSKGV’nin Kamu İhale Kanunu’na tabii olmadığına karar vermiştir. Bu hususta, bahsettiğim Şerefli Subay Mehmet Ali Çelebi’nin de değinmediği kısımlarla beraber yorumumu paylaşmak gereği duyuyorum.
Kamu İhale Kurulu’nun kararından evvel TSKGV’nin hukukî statüsü şöyledir,
– Kurumlar vergisinden (iktisadi işletmeler hariç), bağış ve yardımlardan dolayı veraset ve intikal vergilerinden,
– Yapılacak her türlü muamelelerden dolayı, damga vergisinden muaftır.
– Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na yapılacak bağış ve yardımlar, her türlü vergi, resim ve harçtan muaftır.
Karardan sonra ise yukarıdaki ayrıcalıkların tamamı devre dışı kalmıştır. Karşılaştığımız sahne, gerçekten içler acısıdır. Devletin saray bahçesinde bulunan hurma ağacını ısıtma sistemi tahsis etmesine, ejder içeceğine kadar tüketmesine, bir saraya milyonlar dökmesine, yıl 2018 olmuş kardeşim; askerimizi donarak şehit vermemize karşın TSKGV misyonunu zaten karşılamayan devletin, bu vakıftan intikal, damga, harç vesaire alacağı gibi, bunun yanında bir de ne kadar süreceği belli olmayan denetlemelere maruz kalacağını öğreniyoruz.
Özetle, yılın üç yüz atmış beş, iktidarının altı bin (yaklaşık) gününde bir sağdaki ülkeye, bir soldaki ülkeye sallayan hükümet, devletlerin silah sanayisine ayırdığı harcama sıralamasında Anadolu gibi stratejik öneme sahip bir sahada bulunmasına rağmen Kanada ve Brezilya gibi ülkelerden sonra gelen devletimiz için silah sanayisine yönelik bir çalışma yürütmek yerine, çalışanların da önünü kesiyor. Cidden şaşılacak bir mesele, anlaşılmayacak, hayretle karşılanılacak bir hadisedir.
Rusya mart ayında sınırsız menzili olan füzesini tanıtmıştı. Putin anlatıyor, bu kutuptan güney kutbunu vurabiliriz diyor. Suyun altında giden drone yapmışlar, nükleer başlık taşıyabiliyor. Amerikalı Maxwell Atchisson’un bıraktığı şirket, dakikada üç yüz atış yapabilen,sağlam bir geri tepme önleyicisine sahip tam otomatik tüfek üretiyor. Almanya’nın Heckler Koch firması bu güne kadar ürettiği mükemmel tüfeklerin yanına, bomba atabilen ve bunu bir zamanlama doğrultusunda icra eden bir silah ekliyor. Var oğlu var. Bunların karşısında, senelerdir dişe dokunur bir MPT’yi üretebildik, Altay konusunun şahsımda yarattığı hayalkırıklığına, tekrar polemiğe girmemek için değinmek dahi istemiyorum. İyi kötü saha araçları üretiyoruz fakat bu çalışmalar Rusya’daki, Amerika’daki özel şirketlerinin ürettikleriyle ancak yarışabilir. Ortadoğu, Avrupa ve Asya için stratejik konumu çok değerli olan bir ülkenin yapması gereken harcama bu değil. Böyle gerçeklerle yüzleşmemiz gerek. Silah şirketlerimiz çok iyi elemanlar yetiştiriyor ancak yeterli bütçe olmadığı gibi, çok iyi projeler yapıldığında da projeyi düzenleyen mühendislerin şehit edildiğini görüyoruz.
Kimin umrunda…
***
Mehmet Ali Çelebi ‘nin değindiği diğer konuya geleyim: Kumpas davalar. Öyle bir ülke düşünün ki, Facebook’ta beş arkadaşı olan biri cumhurbaşkanına hakaret yazısı paylaşsa ertesi gün polisler kapısına dayanır; FETÖ mensubusun deyip içeri alır. Ancak vaziyet gösteriyor ki, senelerdir süren ve zamanında ülkenin gündemini fazlaca işgâl eden, ayan beyan açık olan gerekçelerle görülen davaların müsebbibi olarak karşınızda devleti değil, terör örgütü ilan edilen, devletin eski bir dostunu görüyorsunuz. “Rahmetli Menderesle kendini kıyaslıyor, 7 yıldır bu milleti kandırıyorsun” diyenler geliyor, kandıran ekibe dahil oluyor ve devletin hiç haberi olmayan bu Kumpas davalarda yargılanan bir insanı, neredeyse kendine kumpas kurdu diyerek aforoz etmeye çalışıyor. Yazının ikinci bölümünden bu yana yazdıklarımı bir ormana uyarlasam çocukların bile hayalgücüne aykırı bir masal ortaya çıkardı. Saygıdeğer İçişleri Bakanı Süleyman Soylu seneler önce “Sayın Başbakan, sen kim; Menderes kim?” demişti.
Bugünün şartlarında, asfaltın altına kilolarca patlayıcı döşenen, cumhurbaşkanı adaylarından birisine terör örgütü üyesi denen; adaylardan birisinin terör örgütü üyeliğinden hapis yatmakta olduğu günümüz Türkiyesinde birinin içerde olup sesinin dışardan duyulmasını, diğerinin terörist olup (!) dışarda siyaset yapmasını mümkün kılan sistemin ne anlatmaya çalıştığını nedense kimse merak etmiyor…
Bu devleti karşısına alıp “Siz kim, devlet yönetmek kim?” diyecek Süleyman Soylu meşrebinde bir siyasetçimizin olmayışı da, sanırım içler acısı bir durum. Resmi devlet sınırlarımız içerisinde yer alan adalara başka bir ülkenin tabiri caizse el koymasına göz yuman iktidar partisinin grup başkan vekili çıkıp pişkin pişkin “biz kime ne notası verileceğini biliriz” diyor.
Hasılı, devletle alakalı ne varsa, neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor. Senelerdir değişmeyen tek şey sanıyorum ki insanımızın saydığı vasıfsız kimselerle beraber “göklerden bir karar” beklemesidir. Başbakan koltuğunun henüz Binali Beyefendi’nin elinde patlamamış olduğu zamanlarda (geçen seneden bahsediyorum) başbakan yardımcısı Bursa’da konuşmuştu. ‘Gökmen Uzay Havacılık ve Eğitim Merkezi’nin temel atma töreninde Fikri Işık, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ‘İstikbal Göklerdedir’ demiş. Ama maalesef Türkiye, gökleri çok ihmal etmiş. Biz de bu ihmali ortadan kaldıracak bir projeye imza atıyoruz” sözlerini ifade etmişti. Bu sözlerin kullanıldığı Türkiye’de, uçak başına 1.5 pilot (her üç uçağa iki pilot) düşmesi gerektiği yerde her uçağa 0.8 pilot düşüyor. Herhangi bir savaş ihtimalinde tüm pilotların tam mesai harcaması gerekmesiyle beraber, hangarda kalacak uçaklarımız da var bizim. Sanıyorum ki savaş ihtimâlinde yurtdışı yollarını gözleyecek olanlar kendi özel pilotlarını bu uçaklar için yetiştirmiştir. Fikri Işık’ın da ifade ettiği gibi, sözü geçen cümle Başbuğ tarafından kurulmuş ve sonuna Başbuğ tarafından şöyle bir cümle daha eklenmiştir: “Göklerini koruyamayan uluslar, yarınlarından emin olamazlar.”
Biz Başbuğ Atatürk’e ve bize bıraktığı bu nasihatlere herkesten önce sahip çıkıyoruz. Yoksa işte bu sahip çıkma meselesini milletvekillerine yahut siyasetçilere bıraktığımız zaman, kırk yılda bir bizim aramızdan bir Atatürk askeri çıkacak da, bizim duygularımızı televizyonda falan ifade edecek diye bekliyoruz. Neyse ki bir seferliğine murada erdik. Türkçülerin yaklaşık yüz yıldır savunduğu parti ve siyaset düşmanlığı meselesini afaki bulan ahmaklar da, adını saygıyla andığım bu Şerefli Türk Subayı sayesinde milletin meselelerinin de meclise taşınması vesilesiyle ne demek istediğimizi idrak etmişlerdir diye umuyorum. Zira Eski Türklerde de toy kurulduğunda beylerin değil milletin gönlü, gözü ve midesi dolardı. Şehit babalarının aç uyuduğu, cebinde beş parası olmayan öğretmenlerin evlerinde intihar etmiş olarak bulunduğu günümüz Türkiyesinde Çelebi gibi milletvekillerinin önemini anlamak hiç de zor değildir.
Yazının esin kaynağı olan Pilot Subay Çelebi Beyefendi’ye saygılarımı ve millet adına milletvekilliği yaptığı için teşekkürlerimi iletiyorum. Pilot olması vesilesiyle manevi kızını pilot yetiştirip “İstikbal göklerdedir” sözünü ifade eden Başbuğ’u, bizlere başka bir vücutta tekrar hatırlatmıştır. Bilinmesi gereklidir ki, Başbuğ Atatürk’ün askeri olanlar “göklerden gelen bir karar” beklemek yerine, “göklerden gelen bir ses” ne ise, onu dinliyor.
Başbuğ’un askerleri, “bu hudutsuz göklerde” dalga dalga yükselen, “pervasız bir kartal” olduklarını haykırıyor… Şunu aklınıza iyi kazıyın: On altı senelik iktidarınızda her sene namluları başka yöne çevirip gaza getirdiğiniz bu insanlar, ordu-millet anlayışını benimsemiş insanlardır. “Türk gücü bir yıldırım” gibi üzerinize düşecek, “Türk bilgisi bir deniz” gibi sizi cehaletinizde boğacaktır. Ve unutmayın, ağlayış gününüz geldiğinde bu millet sizi düşman dahi görmeyecek, hududa; aydınlığa ve zafere koşuşunda ayaklarıyla etlerinizi çiğneyecektir.