Bu yazı Refet Körüklü ile Cengiz Yavan’ın hazırladığı Türkçülerin Kaleminden Atsız eserinde sunuş yazısı olarak verilmiştir.
“Bu kitap, Atsız’ın ölümünden sonra çıkarılmak üzere onun yakın arkadaşlarından derlenmiş yazılarının ve maalesef çok gecikerek çıkarılmış bir kitaptır. Kitapta yer alan her meslek ve meşrepte bütün dostlarımızın ağabeylerimizin ve kardeşlerimizin yazılarından çıkarılabilecek müşterek hükümler, bu konuda Vakfımızın kurulduğu günden beri kayıtsız şartsız inandığı ve şiar edindiği vasıflardır: Atsız şaşmaz, sapmaz, eğilmez, bükülmez, dönmez, durmaz, yılmaz, bıkmaz, usanmaz…
Atsız onun için ölmemiştir! Atsız, aslında Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun tarif ettiği gerçek TÜRK’tür. Atsız sadece Türklük hazinesiyle yaşamıştır. Sadece bu hazineye ilaveler yapmaya çalışmıştır. Şahsi hazinesi olmamış, şahsi ihtirası, nefsi, arzusu hep bu noktada, Türklük gurur ve şuuru uğrunda düğümlenmiş, donmuştur. Bizim neslimiz onun sayesinde, rüyalarında kendisini Ötüken ormanlarında akan sularda uçarcasına yüzerken görmüştür. Onun sayesinde Türklüğe duyduğu sevgi ve güven o derece artmıştır ki, bu rüyaları gerçek yapmak ideali lise sıralarında yeminlerle perçinlenmiş ve dönülmez yola girilmiştir. Onun sayesindedir ki bu yoldan Türk dünyasının her yerine ayak basmak insanların duyabilecekleri en büyük mutluluk, Allah’ın kullarına verebileceği en büyük mükâfat olmuştur. Atsız’ın ideal ve fikir camiasını küçümseyenler, kendi küçüklüklerinin farkına ancak, 1989’lardan sonra varabilmişlerdir. Bu camianın at sırtında ok ve yayla değil, özel kiralanmış uçaklarla bilgi ve sevgi ile Türk dünyasıyla derhal bütünleşiverdiklerini görmek onları kahretmiş, kimini sahtekâr, kimini tövbekâr yapmıştır. Atsız gelecek nesillere mutlaka anlatılması gereken, mutlaka ders kitaplarında resmen tanıtılması gereken bir Türk büyüğüdür. Vakfımız, Atsız’a karşı manevi mesuliyet taşıdığının şuurunda olarak, onun bir büstünü yaptırmış onun ruhuyla birlikte en yakın arkadaşlarını ve ülküdaşlarını Türk coğrafyasında gezdirmiş onun açtığı yoldan gidenlere kucağını açmıştır. Bununla övünülebilirse, övünüyoruz. Türklüğümüzle de daima övüneceğiz.”
Tanrı Türkü Korusun.
Prof. Dr. Turan Yazgan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Kurucusu
“Atsız’ı anlatmak çok zor, zira o Allah’ın çok yönlü olarak yarattığı müstesna bir insandır. Aşağıda sayacağım vasıfların bir insanda toplandığı nadiren görülmüştür. O tarihçidir, romancıdır, şairdir, araştırmacıdır. O, başlı başına bir mektep, bir üniversitedir. En büyük vasfı da; su katılmamış Türkçülüğüdür.”
Refet Körüklü
“Kendisine çok şey borçlu olduğum Atsız’ın hâl tercemesi (terceme-i hal=hal ve hayatı anlatma. Biyografi) yıllarca önce büyük ilim adam İbn-ül-Emin Mahmud Kemal’in (Son Asır Türk Şairleri)’nde; Sa’deddin Nüzhet Ergun’un (Türk Şairleri)’nde vardı da. Hasan Ali’nin Bakanlığı döneminde Ermeni Agop Martayan Dilaçarın teknik danışmanlığı ve sonra Baş redaktörlüğünde çıkan (İnönü Ansiklopedisi)’nde yoktu. Agop Efendi başta, Ansiklopedide çalışan redaktör ve madde yazarları kendilerini de bu ansiklopediye yazmışlar; fakat nice Türk kahramanına, şair, edip, ilim, fikir ve politika otoritelerine yer vermemişlerdi. 5. Cildinden bu yana madde yazarı bulunduğum Türk Ansiklopedisi’ne ben Kurul Başkanı gelince, işler Ermenice değil, Türkçe oldu. İşte bu dönemde Atsız’a, hâl tercemesini Ansiklopediye yazmak istediğimi haber vererek, iznini almak istedim. O alçakgönüllü insan, buna råzı olmadı. “Hem – A – harfi çoktan geçmiş, bunu yapamazsın” diye itirazda bulundu. “Sen Hüseyin Nihâl değil misin? Nihal’ı de bekleyemem; ne olur, ne olmaz. Ben seni Hüseyin maddesinde yazacağım. Hâlâ itirâzın varsa sen de beni mahkemeye ver!” diyerek bu çok fazlasına lâyık insanı, ansiklopedi ölçü ve kaidelerine uygun bir şekilde yazmıştım. Sonra bu madde, Atsız hakkında yazılan kitap ve makalelerde güvenilir, kısa fakat yanlışsız bir kaynakça oldu.”
Fethi Tevetoğlu
“Hayatta tanıdığım, sayılan üçü – beşi geçmeyen en cesur, en mert, en dürüst, aslâ yalan söylemez, yüksek ahlaklı karakter adamlarından biri, hattâ birincisi Büyük Türkçü Atsız·dır. ATSIZ, hayâtımda şahsen tanıdığım en büyük mefkûrecidir. Maddî menfaatle, şahsî çıkarla hiç ilgisi olmamıştır. Yalnız Türklük için yaşamış, Türklük için savaşmış ve Türklük için ölmüştür.
En çok sevdiği Nâmık Kemâl’in:
Bu VATANDIR, DAĞITIR ÂLEME İLM-Ü EDEBİ,
NE BELÂ ÇEKDİK İSE HEP BU VATANDIR SEBEBİ.
beyiti, sanki Çilekeş Atsız için yazılmıştır.”
Fethi Tevetoğlu
“Bana göre, Türk’ün yüce hiciv ustası şâir Eşref’in şu eşsiz mısraı da, Türklük için her belâya göğüs germiş büyük Türkçü ATSIZ içindir:
HERKESE GİTMEZ BELA, ERBAB-I İSTİKHAK ARAR…”
Fethi Tevetoğlu
Yeni Orkun Ekim-Kasım 1989 / 19. Sayı
“Ev hayatı, arkadaş ve ülküdaş çevresi içinde Atsız bir bakıma, sakin ve uysal, incitici olmayan bir tutum içindedir. Hatta Atsız, sanıldığından farklı övülmekten sıkılan, şakacı, mizahı, nükteyi seven, kendi özel üzüntülerinden, sıkıntılarından bahsetmeyen bir mizaca sahiptir. O, birçok noktalarda da gereği gibi anlaşılamamıştır.”
Prof. Dr. Hikmet Tanyu
“ “Atsız” adı, Cumhuriyet tarihimizde Atatürk ile birlikte hatırlanması gerekliliği (bugün bu gereklilik idrak edilememiş olsa bile) gelecek nesillerin herhalde idrak edeceği bir hakikattir.”
Hikmet Sofuoğlu
“O’nun, Nazım Hikmet’in soysuzluklarına karşı cepheden hücumu nasıl unutulabilir? Çanakkale’ye yürüyüşü nasıl unutulabilir? “Ulu Hakan, Gök Sultan Abdülhamit” mevzuunda saldırganları sus-pus ettiren yazıları bugün dahi hatırlarda değil midir? Cumhurbaşkanlığına getirilmek istenen merhum bir profesörün, Batı Türklüğünü bir ırklar-kavimler haritası olarak tavsif eden beyanatı üzerine, Atsız’ın nasıl tek başına kükrediği unutulabilecek bir olay mıdır? En son hapse atılışına sebep olan da, yine, kimsenin kolay kolay yapamayacağı bir uyarma üzerine olmamış mıdır? Hele 1943-1944 yıllarında, devrin Cumhurbaşkanı’nın gözdesi Hasan Ali Yücel’in Türk maarifine komünistleri yerleştirmekte olduğunu iki açık mektupla faş ederek yarattığı milli uyanış nasıl akıllardan çıkabilir? Atsız, işte, budur!”
(faş etmek= ortaya dökülmüş, açığa vurulmuş, gizliliği kaldırılmış, açıklanmış.)
Hikmet Sofuoğlu
“Hatta Türkler’le akraba Turanlı kavimler (Finler, Macarlar, Moğollar, Japonlar) dahi Atsız’ı bilirler ve tanırlardı. Uzak Türk diyarlarından, uzun yollar geçerek Türkiye’ye gelen Kırgız- Kazak kardeşlerimizin, O’nun kapısını çalarak “Atsız dikgen =denen, ciğit=yiğit kişi”yi arayıp sordukları, elini-yüzünü öptükleri, bugün pek az milliyetçi tarafından bilinir.”
Hikmet Sofuoğlu
“Sayın Sait Bilgiç’in dediği gibi: “Bu gün, ben Türk Milliyetçisiyim diyen bir kimsenin fikir babası ATSIZ’dır.”
Hikmet Sofuoğlu
“İzmir’de Şamanlıklarını ilan eden bir grup gencin Hoca’yı ziyaretlerinde, ATSIZ bu gençlere kızmıştı. “Türkçü düşünce bir gün iktidara hâkim olsa bile, Türkler’in dini yine İslam olacaktır!” demişti.”
Hikmet Sofuoğlu
“Said-i Nursi’ye bu yüzden kızardı. “İmam-ı Gazali gibi bir dahi tarafından düzenlenmiş Kur’an-i Kerim’in tefsiri varken cahil Said-i Nursi’nin sözü mü olur?” derdi.”
Hikmet Sofuoğlu
“Ondan ayrı olarak geçirdiğimiz yıl bize çok acı geldi. Artık bundan sonra biz ne “Dünya” idare edebilecektik, ne de “Devlet” kurabilecektik. Onunla birlikte “Dünya” mız da “Devlet”imiz de yıkılmıştı…
Bir anda hepsi mazi ve hepsi masal olmuştu. Nur içinde yatsın, çok şakacı ve çok nüktedan bir insandı. Ne zaman, ne vakit: -Nasılsın? Diye soracak olsam hemen son derece neşeli haliyle
-“Dünyayı idare ediyoruz” yahut” Devlet’ i idare ediyoruz” diye cevap verirdi.”
İzzet Yolalan
“Eğer yeni bir hükumet hazırlıkları yapılmakta ise nüktenin, şakanın sonu gelmezdi. İşte bu sıralarda telefonun zili sık sık çalardı:
-Aman, derdi. Sakın telefonun başından ayrılma, belli olmaz bakarsın bize de bir bakanlık verirler. Sanki bizden iyisini mi bulacaklar?
Biz böyle latife yollu aramızda konuşurken hükumet kurulur:
-Tüh bee, yazık! Bize yine bir şey yok, desene bu sefer de kaçırdık. Bir Bakan olamadık. Ama daha ümidini kesme, bir Umum Müdürlüğü’ne ne dersin? O da olmazsa bir Şube Müdürlüğü de mi vermezler? Yahu İzzet, biz odacılığa da razıyız. Ha, ne dersin? Şu biz yok mu biz…
Bu konuşmalar sırasında ben kendimi tutamaz, yavaşça gülerdim. Rahmetli hemen duyardı. Sesi değişir:
-Yoksa sana bakanlık verdiler de benden mi saklıyorsun?
Kendimi tutamaz, gülmeye başlardım bu sefer de,
-Yahu sen ne biçim adamsın? Zaten seninle de ciddi konuşulmaz ki hep gülersin.
Sonunda dayanamaz kendi de gülmeğe başlardı. O hayranı olduğum kahkahalarını salıverirdi. İşte o anda hemen sesimi, soluğumu keser hala kulaklarımda çınlayan kahkahalarını dakikalarca dinlerdim, dinlerdim. Sanki kendimden geçerdim
Hemen telefonun öbür ucundan telaşlı, telaşlı seslenirdi:
-Alo! İzzet, sesin çıkmıyor, uyudun mu?
-Hiç, hiç uyur muyum? Seni, sesini gülüşünü dinliyorum.
-Sağ ol!
-Asıl sen sağ ol, sen var ol. Tanrım bu gülüşünü hiçbir zaman kesmesin.
-Senin de!
-Bana bakma sen. Benim varlığımla seninki bir değil. Bu ülkeye bu millete sen benden daha çok lazımsın.
–İyi ama senin çocukların var.
-Senin de var.”
İzzet Yolalan
“Bir gün yine telefon uzun uzun çaldı. Eşim açtı. Kısa bir konuşmadan sonra ahizeyi bana uzatırken, yavaşça: “Nihal Beğ” dedi.
-Selamün Aleyküm
-Aleyküm Selam ya Seydi Keyfe halek’!
(Seydi, Arapça erkeklere seslenirken kullanılır.),(Keyfe Halek Arapça nasılsın demektir)
(Aleyküm selam ya seydi, nasılsın ?)
-Tayyib.
(Tayyib=iyi,hoş,güzel)
–Ene keza. Arapça bitti. Bizim Arapçamız da bu kadar. Gelelim Türkçe’ye. Eee daha daha nasılsın? Geçen sene ölen Koca Öküz’den ne haber?
(Ena keza=Bende öyle)
-Haberin yok mu?
–Hayır yok. Ne olmuş, yoksa dirilmiş mi yine? Birdenbire hatırlamış gibi:
-Haa, sahi derdi. Az daha unutuyordum. Onu geçen gün Malatya’da görmüşler. Dur yahu be, ben ne diyecektim? Gördün mü bak karıştı kafam. Hep senin yüzünden. Ha, tamam hatırladım. Bak dinle:
-Evet dinliyorum.
-Hani bir zamanlar sen bir şeyler söylemiştin ya? Hatırladın mı?
-Şu anda hatırlayamadım. Ne söylemiştim?
-Hoppala! Yahu sen de her şeyi unutur oldun. Hani şu ilaçlar, var ya?
-Evet var. Ne olmuş ilaçlara?
-Canım pencerenin önüne koy, diyen sen değil misin?
-Evet, evet. Şimdi hatırladım.
Ve arkasından ilave etti:
-İlahi İzzet, sen ne komik adamsın. Sözlerini hatırladıkça gülüyorum. Nereden de gelir aklına bunlar?”
“Bundan bir müddet önce idi. Hatta birkaç yıl önce idi. Koca ATSIZ’ın henüz Bostancı’ya taşınmamıştı. Otuz yıl ömrünü verdiği Maltepe’deki evinde oturuyordu. Her zaman olduğu gibi, karşılıklı oturmuş çene çalıyor, bir yandan da çay içiyoruz. O’nun değimiyle “Devleti idare ediyoruz”. Bir ara, gözüm kitap dolabının önündeki ilaçlara takıldı. Baktığımı görünce benim bir şey söylememe fırsat vermeden eliyle ilaçları işaret ederek, üzüntülü bir ifadeyle konuşmağa başladı:
-Ya, dedi. Ne kadar fazla değil mi? Ve devam etti:
-Şu baştakilerden ikisi uyku için. Bazı geceler uykum kaçıyor. O zaman ikişer ikişer alıyorum. Çok değil mi?
-Hem de pek çok!
-Bazen az bile geliyor. Daha da çok aldığım oluyor. Uyuyamazsan ne yaparsın. Şu öndeki kutulardakini de çarpıntı başlayınca yutuyorum. Şu uçtakiler de akıl için yorulunca alıyorum. Bunların bir kısmı da yukarıda. Görüyorsun ya senin anlayacağın ilaçla yaşıyorum. Eğer bu da yaşamaksa! Gecen gece çarpıntı tuttu. Cebinden çıkardığı bir tüpü göstererek:
-Hemen bundan yuttum.
-Böyle zamanlarda bana telefon ediver.
-Oooo, sen gelinceye kadar.
Sohbetimizin konusu hastalığa dökülünce odanın havası birden değişti. İçtiğimiz çayın da lezzeti kayboldu. O da kederlenmişti. Sevimli yüzü pembeliğini kaybetmiş, gözleri donuklaşmıştı. Biraz önceki hali kalmamıştı. Şakacı, nükteli ve hayat dolu Koca ATSIZ bir anda değişmişti sanki. Çaylarımız buz gibi olmuştu. Tadı da kaybolmuştu. Hâlbuki çoğu zaman içtiğimiz çayın ölçüsünü unuturduk. Ben perhizi filan unutur demliğin dibini buluncaya kadar yudumlardık. Bulunduğumuz yerin havası iyice ağırlaşmıştı. Bu kasvetli havayı dağıtmak düşüncesiyle bir şeyler yapmak istiyordum. Birden aklıma bir şey geldi:
-O halde beni dinle dedim. Şu dolabın önüne asker gibi dizilmiş ilaçlar var ya?
Sevgili ATSIZ’ın o andaki halini hiç unutamam. Gözlerini kırpmadan, merakla beni dinliyordu, ben devam ettim:
-İşte onların hepsini toplayıp, Azrail’in görebileceği bir yere koymalı. Mesela, bence şu pencerenin önü hiç de fena değil. Eğer ilaçlar oraya dizilirse. Azrail denen o uğursuz Ölüm Meleği bunları elbet görür görünce de içeri girmez. Sen de bu sayede odanda rahatça oturur keyfine bakarsın. Eğer Azrail bu oyunumuzu yutarsa ölümden kurtuldun demektir. O’nun bir şey söylemesine meydan vermeden konuşmamı noktaladım:
-Nasıl, beğendin mi bu aklı?
Bir de baktım gülümsüyordu. Yüzünü karartan bulutlar da tamamıyla kaybolmuştu. O neşeli şen ve hayat dolu ATSIZ’ı yeniden kazanmıştım. Ben de çok sevinçli idim. Bu şekildeki konuşmam onu son derece memnun etmişti. Hala gülüyordu. Güldükçe de yanaklarındaki pembelikler artıyordu. Bir yandan da konuşmağa çalışıyordu:
-Hay Allah nereden de aklına geldi? Niçin bunu bana daha önceden söylemedin? Sen ”Koniksel bir şahsiyetsin”. Dur, biraz sonra bu işe el atarım sen hiç tasa etme. Hala gülümsemesi devam ediyordu. Sözlerimi hatırladıkça yeniden gülüyordu. O kadar ki, gözünden akan yaşları tutamıyordu. Artık ondan sonra ne zaman hatırını soracak olsam, hemen gülmeğe başlar:
-İyiyim, iyiyim derdi. Merak etme, dediklerini yapıyorum derdi.”
İzzet Yolalan
“Derginin yazı işleri müdürü Mustafa Kayabek’le birlikte Türk hâkimince hapse mahkûm edilmişti. Kendisine reva görülen bu haksızlığın düzeltilmesi hususunda bazı teşebbüslerde bulunacağımızı söylediğini zaman, kaşlarını çatarak: ”Benim için böyle yapmanızı asla istemem, yaparsanız beni o zaman gücendirir, kaybedersiniz” demek suretiyle, ırkına has yürekliliği ne güzel ifade etmişti.
Cezaevinden bana yazdığı bir mektubunda da, Cumhurbaşkanı nezdinde kendisinin affı hususunda yapılan teşebbüsler karşısında üzüntü duyduğunu, kimseden şahsı için merhamet beklemediğini ifade ediyor, hele Çetin Altan gibi malum bir şahsın affını esbabı-ı mucibe olarak gösterilerek, Cumhurbaşkanı’ndan kendisinin de af edilmesini isteyenlere kırıldığını, kızdığını, öyle bir şahsı atfettiği için beni de affedecekse Cumhurbaşkanı’ndan böyle bir affı istemediğini belirtiyordu.”
Esbab-ı mucibe = Gerekçe
Refet Körüklü
“Nihal sen unutulmayacaksın! Eserlerini, yetiştirdiğin gençler yaşatacaktır. “
İhsan Ilgar
“Bize göre Atsız Beğ, sadece Türkiye çapında ve tek Türkiye Cumhuriyeti’ne ait bir Türk değildi. O; Farabi, Kaşgari. Nevai, Attilla, Cengiz Han ve Temur gibi, bütün BÜYÜK TÜRKELİ çapındaki ulu Türkler ‘den biri idi.”
Hasan Oraltay
“Nihal Atsız teklifim üzerine, 1910 yılında kurulan ve halen Arjantin ‘de, Buenos Aires’de bulunan Turan Akademisi’nde ebedi üyelik beratını aldı”
Prof Ş.İmre von TAHNT
“1952’de Türk Milliyetçiler Derneği Ankara Şubesi Başkanı olarak, aybaşlarında kira borçlarını ödeme zorluğu çekiyordum. Bir vesile ile durumdan haberdar olan devrin Başbakan yardımcısı rahmetli Samet Ağaoğlu’nun makamına çağrılmış ve o günkü değerine göre 44.000 lira, bugünkü değeriyle yirmi beş milyar lira olan büyükçe bir yardım teklifi ile karşılaşmıştık. Bu parayı makbuz karşılığı Başbakanlık veznesinden gidip ben alacaktım. Makamdan çıktıktan sonra, arkadaşımla beraber parayı almadan önce, büyüklerimize danışmaya karar verdik. O günlerdeki mevzularla birlikte, bu işi de görüşmek üzere trenle İstanbul’a gittik. Atsız Hoca’nın evindeki görüşmelerde gündem; “Başbakanlığın yardımı” maddesine gelince; ben, becerimin meyvesini almak amacı ile durumu ballandırarak ve öğünerek on beş-yirmi kişilik arkadaş gurubuna anlattım. Sözümü bitirdiğim an, Atsız Bey aynen: “Sami Bey, Türk Milliyetçiliğini satmaya ne zaman karar verdiniz?” diye beni azarladı. Ve biz, 715 kuruşluk Ankara-İstanbul tren biletini almakta müşkülat çeken insanlar, o büyük miktardaki parayı almayı bile düşünmedik. Tabii, makbuzu cebinde olan bugünün gençleri bana mutlaka, aptal diyeceklerdir. “
Sami Yavrucuk
“At sızını, at sızını
Yüreğinden at sızını,
Türkçülüğü yaşatmıştır,
Unutma hiç Atsız’ını…”
Fahrettin Öztoprak