Ana Sayfa Genel Nüktedan Atsız

Nüktedan Atsız

0 Yorum 2138 Görüntülenme
Aşağıda yer alanlar Atsız’ın oğlu Yağmur Atsız’ın anlatılarıdır. Kitabı ‘Ömrümün İlk 65 Yılı’ndan alınmıştır. Metindeki üslubun sahibi de Yağmur Atsız’dır.

Kafatasçı

Nihal Atsız dehşetli bir kafatasçıydı. Yakın çevresini, konu-komşu bir yana, hemen hiç tanımadığı insanların bile kafataslarını ölçer, kılı kırk yararak hesabını yapar ve o şahıslara -mesela- yüzde 37 onda dokuz mu yoksa -ne bileyim- yüzde 69 virgül dört oranında mı “Türk” olup olmadıklarını tebliğ[1] eder, oranı düşük çıkanlar için de dudaklarında daima birkaç “teselli-bahş”[2] kelime bulunurdu. Farz-ı muhal[3] “Fakat fevkalade bir iradi cehid[4] ve uyanık bir milli şuurla bu fıtri[5] noksanınızı kısmen de olsa giderebilirsiniz.” gibilerden…

Peki, Atsız kafatası ölçümlerini hangi araçla yapardı?

Bu “araç” her zaman yazı masası üzerinde duran ve yaklaşık 45 santim uzunluğunda bir tür pergeldi. Ancak bu “pergel”in bacakları, bildiğimiz geometri enstrümanında olduğu üzre dümdüz uzamıyordu. Ayakuçları içeriye doğru mukavvesdi[6]. Ve bu uçlar sivri değil ufak topuzbaşlıydı. Sap tarafında ise yine pergellerdeki gibi üstü derece taksimatlı[7] bir yarım daire ve bacakların açılıp kapanmasıyla mütenasip olarak hareket eden bir gösterge vardı.  Atsız “delinquant”ı[8] bir iskemleye oturtur ve eline aldığı o esrar-engiz ama o nisbetde de sihr-engiz söz konusu “kafatası”nın, önden ve yandan olmak üzere iki ölçüsünü alırdı. Üstdeki göstergenin verdiği değerleri de bir kâğıda itina ile not edip akabinde derin bir hesap-kitab ameliyesine girişirdi. Atsız’ın elyazısı -hani derler ya- inci gibiydi. Muhtemelen eski bir çağda hattat[9], en azından “müstensih”[10] bile olabileceğini söyleyebilirim. Ama nedense o “kafatası hesabları”nı öylesine bir kargacık-burgacık yazardı ki -objektif olarak- kendisinin bile nasıl okuyabildiğine hayret ederdiniz.

Neyse, toplama / çıkarma/çarpma/bölme / karekök neticeten “ilâm-ı hükm”[11] safhası gelirdi:

-Ooooo, Hanımefendi, en iyimser tahminlerimi bile fersah fersah[12] aşacak ölçüde, neredeyse, saf bir Türksünüz: Yüzde 98 virgül bilmem kaç…

Yahut da:

-Off, hiç ummadığım kadar endişe verici… Siz aslen nereliyim demişdiniz? Velhasıl Mumaileyh[13] bu kafatası ölçme faaliyetine titizlikle ve onyıllar boyu devam etti. Kullandığı (“Hitler’in özel armağanı!”) aletin gerçek mahiyetini ise bir tek Annem’le ben bilirdik. Ölümünden kısa süre önce Atsız’ı manevi evlad edinen Dr. Rıza Nur’un Terekesi’nden[14] bir parçaydı bu:

“Havsala ölçme aleti”…  Bu  “havsala” kelimesi bugün zihnin “kavrayış yeteneği” anlamına kullanılır, “Havsalam almadı… Havsalama sığmadı”… Bu, kelimenin mecazi anlamıdır. Aslında biyolojik olarak kadın vücudunun “leğen” diye adlandırılan kısmını ifade eder. Hekimler gebe kadınların, doğum sırası bebeğin fazlaca iri olması yüzünden birtakım komplikasyonlara[15] uğrayıp uğramayacağını tahmin için “havsala ölçümü” yaparlar. Bugün bu tür ölçümler muhakkak ki çok daha ince metodlarla[16] yapılmaktadır. Ama 20. Yüzyılın başlarında kullanılan araç buydu. Yani bu imiş…

Hitler, Atsız’ın Misafiri

Atsız’ın İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’i tutduğunu çok kimse bilir de savaşdan sonra ona uzun süre yataklık ettiğini ve “Führer”in[17] bu sayede güvenlik kuvvetlerinin, en önemlisi “Gaalib Müttefikler”in[18] eline geçmekten kurtulduğunu bilen pek yoktur.

Artık Mumaileyh[19] hayatda olmadığı ve cürüm unsuru da zaten zaman aşımına uğradığına nazaran bu hususa ilişkin gerçeği ifşa etmekte bir sakınca görmüyorum. Amacım müstakbel tarihçilere, araştırmacılara muavenet[20]

(…)

Hadisenin perde arkası şudur:

Belki bilirsiniz ki Nazi Almanya’sı 1945 yılı Mayıs’ında kayıdsız-şartsız teslim olduğu sırada Atsız İstanbul’da tutukluydu… O zamanki deyişle “mevkuf”[21].

(…)

Şöyle veya böyle, Atsız “mevkufiyetden avdeti’nde[22] tam bir kaosla yüz yüze kalmışdır.

Merhum, ruh gibi arkadaşı Adolf’ün akıbetinden endişe ediyordu. 1946 yılı başlarında dolaşan rivayetlere göre gerçi Atsız’ın can-ciğer-kuzu-sarması ahbabı belki Berlin düşerken intihar etmişdi ama bu da kesin değildi. Üstelik ayrılırken işleri kime devretmişti.

(…)

Neyse, Atsız avdet ettikten sonra bizim okulda yeni bir “cemiyet oyunu” türedi: “Salonda at yarışı” yahut “Kızma- Birader!” gibi Atsız’a laf dokundurma müsabakası… “Muhatap” da bacak kadar boyumla ben… İleri-geri neler söylendiğini burada tekrar etmem gereksiz. Ama her hal ve karda rahatsızlık duyuyor ve kendimi sosyal bakımdan aşağılanmış, “declasse”[23] hissediyordum. Bunu Atsız’a da anlattım. Altı-yedi yaşlarında bir çocukdum.

Atsız bana önce -sonradan klasik reçetesi olarak tesbit ettiğim ve kendisine bile yaramadığını bizzat itiraf etdiği- o hoş fakat boş “aldırmamakla mukavemet”[24] tedbirini tavsiye etdi. Ama iğnelemeler ve laf dokundurmaların ardı arkası kesilmeyince bir ikindi üzeri kütübhanede beni yanına çekip bir “contre-attaque” [25]bir “karşı taarruz” planı açıkladı.

Buna göre ertesi gün teneffüslerden birinde en samimi olduğum arkadaşımı bir kenara çekip ağzından yemin alarak, yani ser verip sır vermeyecek şekilde, ona Atsız’ın bizim tavanarasında Hitler’i sakladığı ‘sırrı’nı tevdi edecektim.

Atsız ilave etdi: “Ama sadece en güvendiğin tek bir kişiye söyleyeceksin!”

Ben ertesi günü bu tavsiyeyi, daha doğrusu direktifi, sahiden yerine getirdim. O sıralar, eğer yanlış hatırlamıyorsam, öğleden önce 20 dakikalık uzunca bir teneffüsümüz vardı. O ara en güvendiğim sınıf arkadaşımı bir köşeye çekdim. Aile efradı arasında bir sürü diplomat ve sair[26] Mülkiyeli[27] bulunan bir seçkin zümre çocuğuydu.

(…)

Aldığım talimat mucibince[28] ona önce tumturaklı bir yemin ettirdim. “İki gözüm önüme aksın!” veya “Annemin ölüsünü göreyim ki…” kabilinden bir şey… Ardından sırrımı faşetdim[29]:

“Babam Hitler’i bizim tavanarasında saklıyor. Ama bak, kimseye söylemeyeceksin. Yoksa başımıza büyük belalar gelebilir.”

Sırdaşım çok heyecanlandı. Hitler’in nasıl bir adam olduğu, hangi yemeklerden hoşlandığı gibi konularda bir alay soru sordu. Fakat ben talimatlı olduğum için buraları meskût[30] geçdim.

Üç gün sonra, bir Pazar günüydü ve onun için hepimiz evdeydik, saat ikindi üzeri evimizin kapısı önünde iki siyah otomobil durdu.

1946 yılının Maltepesi’ni bilenler hatırlayacaklardır ki o sıralar bu “sayfiye[31] semti’nde otomobil, adeta Taksim Meydanı’na inmiş bir uzay aracı kadar beklenmedik bir hadiseydi. Hafta içi Bağdat Caddesi’nden Kartal veya Kadıköy istikametine günde belki iki taraflı 20-30 motorlu taşıt ya geçer ya geçmezdi. Bizim evin bulunduğu Şeyhülislam Feyzullah Efendi Caddesi’nin doğuya bakan yakasında, yani Dragos tarafında bir dere akardı. 300 metre ilerisinde Ayazma Deresi yahut Gülsuyu… Arası bakla tarlası.

O iki siyah arabadan kravatlı ve takım elbiseli beş altı şahıs indi. Siyasi Şube’den geliyorlarmış. Şöyle bir muhavereyi hayal-meyal hatırlıyorum:

-Efendim, Nihal Atsız Beyefendi’yle mi teşerrüf[32] ediyorum?

-Estağfurullah, benim, Efendim.

-Beyefendi, Adolf Hitler adlı biri hakkında görüşmek istiyoruz. Acaba misafiriniz mi?

-Hayır, ne münasebet?

-Efendim, evinizin tavanarasında barınıyormuş…

-Hiç dikkatimi çekmedi. Lakin bizzat kontrol etmek isterseniz, buyurunuz!

Bizim Maltepe’deki ev iki katlıydı. Üst katdaki tuvaletin tavanında ise -gerekirse çatı onarımları vs. için- yukarıya bir kapı vardı. Evin gerçekden bir çatıarası mevcuddu ama en yüksek yerinde orta boylu bir insanın ancak hafifçe kamburunu çıkararak dolaşabileceği yükseklikde… Tozlu bir yer… Gerekirse merdivenaltı yahut arka bahçedeki vaktiyle at ahırı olan kömürlükten alınan merdivenle dama çıkılırdı. “Siyasi Şube” mensubları bizim evi sıkı bir aramadan geçirdiler. Hatta bahçedeki sarnıca bile bakdılar.

Atsız, Bayırbucak Devleti’ni Kuruyor

Maltepe’deki evimizin müdavimlerinden biri Şevki Paşa idi; Şevki Mutlugil…

1950’lerin, yanılmıyorsam başlarında, Atsız’la tanışdığı sıralar arık emekliye ayrılalı epeyi olmuşdu. Son görevi MİT’in yani o zamanki adıyla “Milli Emniyet Teşkilatı’nın” İstanbul Bölümü yöneticiliği idi.

(…)

Atsız ve Şevki Paşa’ya dair bir başka anım da “beynelminel[33] siyaset” babındadır:

Atsız’ın tuhaf bir huyu vardı. Aslında pek çok tuhaf huyu vardı ya, neyse!  Zaman zaman diline bir meseleyi dolar, her vesileyle her yerde ondan bahsederdi. Bunlar en azından “alışılmadık” konular olduğu için dinleyenler, ciddi mi söylüyor şaka mı anlayamazlardı. Bir gün misafirlerin de bulunduğu bir sofrada ansızın şöyle dedi:

-Karar verdim, yeni bir devlet kuracağım: “Bayırbucak Devleti”

Tabii bermutat[34] yine kimse bir şey anlamadığı için herkes sessizce birbirini ve Atsız’ı süzmeye başladı. Sonra ceste-ceste[35] ortaya çıkdı ki bu “Bayırbucak” denilen yer (Kasaba mı, yayla mı, tepe mi, her ne ise) Suriye’nin kuzeyinde, Türk topraklarına çok yakın yahut bitişik bir bölgeymiş. Ahalisi de Türkmüş. Atsız, baskın şeklinde bir taarruzla bu bölgeyi ele geçirip orada “Bağımsız Bayırbucak Devleti”ni ilan etmeyi ve müteakiben Türkiye’ye ilan-ı harb[36] ederek “geniş kitlelerin sempatisi” neticesi bu “bölge”yi de ele geçirdikten sonra Ankara’da “milliyetçi bir hükümet teşkili”ni planlıyordu. Kanaatince “Bayırbucak Devleti” Türkiye Cumhuriyeti’ne savaş açar açmaz halk zaten sevinçle bu “gerçek Türk” devletine katılmak isteyecek ve böylece “gereksiz yere” kan da akmayacakdı. Keskin bir dış politika uzmanı ferasetiyle[37] diyordu ki “Zaten eski topraklarımız. Suriye’nin ufak bir parçası uğruna Fransa savaşmayı göze alamaz.”

(…)

Bir ikindi ziyaretinde bu parlak fikrini Şevki Paşa’ya da açdı ve ilave etdi: “Paşam, siz Birinci Cihan Harbi’nde Suriye Cebhesi’nde bulunduğunuz için oraları iyi bilirsiniz. Bu harekâtın kuvveden[38] fiile[39] intikali[40] için nelere ihtiyacımız var. Acaba fahri[41] olarak kurmay başkanlığı görevini deruhde[42]etseniz…”

Şevki Paşa bir yandan şekeri çokdan erimiş olan çayını dalgın dalgın karıştırmağa devam ederken bir yandan da yine dalgın gözlerle pencereden dışarıyı seyrederek uzunca süre tefekkür etdi ve nihayet konuşdu:

-Bir takviyeli[43] piyade[44]kolordusu[45], altı ila sekiz sahra bataryası[46], otuz civarında zırhlı vasıta[47] ile bu operasyonun muvaffakıyyet[48] şansı nisbeten[49] yüksektir. Hele iki üç keşif tayyaresi[50] ile bir hava bombardıman filosu da tedarik edilebilirse şansımız daha da faikıyyet[51] kesbeder[52]. Atsız dehşetle irkildi:

-Fakat Paşam, bu kadar asker ve mühimmatı nereden bulacağız?

-Bilmem. Siz nasıl düşünmüşdünüz?

-Ben kırk atik ve tetik genci sağlam sopalarla teslih[53] ederek baskın tarzında çullanmayı düşünüyordum. Önce telgrafhaneyi ele geçirecekdik ki devletimizin kurulduğunu dünyaya duyurabilelim.

İleri yaşına rağmen akli melekelerine tamamen sahip olan Şevki Paşa’nın gözlerinde bir “hınzırlık kıvılcımı” çakıp söndü:

-Atsız, Atsız, size kurmay başkanı değil, deli güllabicisi[54] lazım…

Nasıl da kahkahayı basmışlardı…

Aşağıda yer alanlar Atsız’ın “Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri ve Çektiklerimiz” isimli kitabından alınmıştır.

“Okulumuz şimdiki Fenerbahçe Stadyumu’nun yanındaki karşılıklı iki binaya yerleşmişti. Evvelce her sınıfın birçok şubeleri olan Sultani[55], mütareke[56] ve kurtuluş savaşı yıllarının yoksul, az öğrencili bir okulu haline gelmişti. (…)

Zaten okumak da kolay değildi. Az kalsın ben de okuyamayacaktım. Sekizinci sınıfta 30 kişi kadarken dokuzuncu sınıfta 9 kişi idik.”

(…)

Tıbbiye, İsmet Paşa’nın çok sevdiği ve çok kullandığı kelime ile “feyizli”[57] bir ocaktı. Bu ocaktan her şey; şair, politikacı, iş adamı, ihtilalci, hatta bazan doktor bile çıkardı.

(…)

“Doktorluğa karşı hiçbir isteğim olmadığı halde sırf asker olmak için Tıbbiyeli olmuştum. O sırada İstanbul’da Harp Okulu yoktu. Beklemeğe de bende takat yoktu.

(…)

“29 Ekim akşamı, hatta akşamdan epey geç bir zamanda toplar atılmağa başladığı zaman hiçbir şey anlamamıştık. Gerçeği ertesi sabah öğrendik. Askerî Tıbbiye allak bullak oldu. Bu da olur mu idi? Askeri Tıbbiye’ye sormadan cumhuriyet ilan etmişlerdi. Hâlbuki biz kendimizi merkez-i âlem[58] sanıyorduk

*Atatürk’ün vefatından sonra Cumhurbaşkanlığı hakkında

“Hiç şüphesiz devrin faal[59] siyasilerinden Şükrü Kaya ve Tevfik Rüştü Aras Cumhurbaşkanlığına aday gösterilse bütün millet sinir buhranıyla katıla katıla güler, Türkiye de adam kalmazdı.”

(…)

“Okul talimatına göre hapiste ekmekle sudan başka bir şey verilmemesi gerekirdi. Fakat mutfak nöbetçisi olan talebeler hapisteki arkadaşlarına yemeğin en iyisini hem de boş tarafından çıkarırlardı. (…)

İşte bu Sadi (May) ile hapiste olduğumuz bir akşam yine bol bol yemekler gelmişti, ikimize bir karavana da hoşaf göndermişlerdi. Fakat biz yemekleri bırakmış; hararetli bir tartışmaya dalmıştık. Tartışma konusunu unuttum. Herhalde ya dünyayı yahut da dünyanın güzellerini paylaşamıyorduk.

Bir aralık Sadi kızdı: “Şu karavanayı başından aşağı geçiririm” dedi. “Geçir de göreyim” diye cevap verdim. Meğer davasında samimi imiş. Başımdan aşağı değil değil ama koca karavanayı omuzumdan aşağı geçirmez mi?

Mukadderatta[60] hoşafla yıkanmak da varmış. Fena halde kızdım. Ne yaptım biliyor musunuz? Hapisten kaçarak yatakhaneye indim. Yıkandıktan sonra rahat yatağıma yatarak, yukarıda, hapishanedeki tahtalar üzerinde yatmakta olan Sadi’den intikam aldım ve ertesi sabah erkenden hapse döndüm. İntikam tam alınmış, çünkü Sadi beni bütün gün merak etmişti.”

(…)

“Nurullah ya çok ciddi, ya çok neşeli olurdu. Bir Perşembe günü, öğle yemeğinden sonra izinli çıkacağımız için yine neşesi üstündeydi. Kadife yakalı, parlak düğmeli, şatafatlı harici elbiselerimiz yatakhanelerimizde durduğu için giyinmek üzere orada bulunuyorduk. Nurullah’ın neşesi üstündeydi ya, arkadaşım Turgut bu neşeden beni kızdırmak pahasına faydalanmak sevdasına kapılmış ve Nurullah’a gizlice akıl öğretmiş. Benim bir şeyden haberim yok, kendi hazırlığımla uğraşırken Nurullah seslendi:

“Nihâl!”

Ne söyleyecek diye yüzüne baktım. Acayip bir şekilde gülüyordu. Bir şaka yapmak istediğini bu gülüşten anlamalıydım. Fakat dertli bir zamanımdı. Çevreme dikkatli bakacak durumda değildim. Nurullah, gülmesini arttırarak sordu:

“Senin soyunda Kürtlük var mı?”

En hassas damarıma dokunmuştu. Bağırdım:

“Deli misin? Nereden çıkarıyorsun?”

Hâla gülüyordu:

“Hiç” dedi. “Kürde benziyorsun da…”

Elimdeki elbise fırçasını Nurullah’a doğru savurdum. İsabet ettiremeyince de üzerine saldırdım. Bu sırada gözlerim Turgut’un yüzüne ilişti. Sinsi sinsi gülüyordu. Biz ikimiz kaçıp kovalayarak koridora fırlayınca birdenbire durduk. Çünkü müdür geliyordu. Koşmalarımız derhal normal yürüyüşe döndü ve Kürtlere karşı beslediğim sempatiden eğlence çıkarmak isteyen Turgut’un manevrası, müdüre verilen bir selamla kazasız belasız sona erdi”

(…)

Roketleri, füzeleri icat eden Von Braun, Hilmi’nin bu koşusunu görseydi canlı roket olması için herhalde kendisine teklif yapardı.

(…)

Karşı tarafın savurduğu şutlar tesadüfen hep bana geliyor, seyredenler de beni yer tutmasını bilen mükemmel bir kaleci sanıyordu. Tıpkı bazılarının, İsmet Paşa’yı devlet kalesini başarı ile koruyan bir kaleci sanmaları gibi…

*Sınıf maçında kaleye Atsız’ın geçmesi üzerine.

(…)

Ben, Beyoğlu’nda o daima kalabalık İstiklal caddesinde havaya leblebi atarak bunu ağziyle yakalayan

Amerikan askerini bizzat gördüm. Sarhoş falan değildi; Amerikalıydı.

(…)

“Edebiyat Fakültesinin edebiyat zümresine (şimdiki adı ile Türkoloji dalına) girdiğim zaman birçok arkadaşlarım “Şimdi yerini buldun” diye beni tebrik etmişlerdi. Ne de yerimi bulmuşum ya… Bu yer az kalsın bana mezar vazifesi görecekti. Pek şahane derslerimiz vardı”

(…)

“Bekim ikisiyle (Fransızca ve Pedagoji öğretmenleri) de ufak birer takışmam oldu: Sadreddin Celal beni sınıfı terk etmeğe davet etti. Fransa ihtilalini okumuştuk ya… “ Beni hiçbir kuvvet çıkaramaz” diye cevap verdim. Kendisi çıktı. Kazım Nami’ye de, söylediği bir söz için “Bana vız gelir” mukabelesinde (karşılığında) bulundum. Meğer bu söz yüreğine işlemiş. Yüreğine işlemiş olduğunu annem öldüğü zaman, “Nasıl, bu da vız geliyor mu?” demesinden anladım.

(…)

“Liselerde yıllarca edebiyat okuttuğum halde edebiyattan pek fazla anlamam, öyleyse bu işi neden yaptım değil mi? Tayin ettiler, yaptım.”

(…)

“Reşit Galip’e çekilen telgraf, kongrede bulunanların tabirince bomba gibi patladı. Belliydi ki Halk Partisi küçük sesleri bomba gürültüsü sanacak kadar ödlekti.”

“Kongre ve telgraf temmuz ayında olmuştu. Bizim bomba uğurlu gelmiş olacak ki, 19 Eylül 1932’de Reşit Galip Maarif Vekilliğine[61] getirildi.”

(…)

*Atsız Malatya’da iken.

Garsonlar, tıkalı yoldan geçmek istedikleri zaman “Pardon” diye müsaade almasını biliyorlardı.Bir defa trahomla[62] savaş doktoruna gittimdi. Gözlerim kanlanmıştı. O zaman hükümet pek müsamahakârmış[63]1944’te olsaydı gözü kanlı, katil, faşist diye adamı tevkif [64]ederlerdi.

(…)

Doğrusu Malatya’dan ayrılmak pek kolay değildi. Orada çok orijinal öğretmenler vardı. Orta okulun Rıza adında bir müdür yardımcısı vardı ki üç ay önceki gazeteleri okur ve bazı makaleleri deftere kopya ederdi. Günü gününe kopya etmeye yetiştiremediği için o zaman üç aylık bir geri kalış olmuştu. Allah selâmet versin, hâlâ aynı metodla gidiyorsa şimdi İkinci Cihan Savaşına başlamış olmalıdır.

(…)

*Atsız Edirne de iken.

Hiç unutmam: Bir öğle vakti lokantada iki çatalla birden yemek yiyen bir adam görmüştüm. Yanlış anlaşılmasın, iki çatalla yemek yiyordu. Görülmeye değer manzaraydı. O gövdeye göre dört çatalla da yese olurdu ama ben yine yadırgamıştım. Adamcağız 100 kuruştan fazla para ödeyip çıkmış, benim gibi 20 kuruşluk hovardaları şaşkına çevirmişti. Lokanta sahibinden öğrendik, meb’usmuş[65], yani saylav[66]. Doğrusu Halk Partisine teşekkür etmeliydik. Ya bu adamın saylaviyetini alıp da büyükelçi diye bir yere gönderseydi?

Bir gün ortaklaşa bir duygunun dürtüsüyle bir toplantı yapıp milliyetçi bir dergi çıkarmak için konuştuk. Üç okulun hocalarından çoğu hazırdı. Derginin adı üzerine tartışıldı. Bir iki kişi “Meriç” dedi, lise müdürü Suut Kemal “İçten” olsun diye orijinal bir fikir attı. Bazıları da “Düşünce”yi beğendiler. Erkek Öğretmen Okulu müdürü Reşat Tardu işi şakaya vurdu “Meriç kenarında içten bir düşünce olmaz mı?”

“Eh, serde[67] Irkçılık, Turancılık var. Turancı bir teklif de benden: Orhun!

Ve arkasından şatafatlı bir savunma… Toplantımız o zamanki Millet Meclisi’vari bir davranışla bitti: İttifakla kabul.

(…)

“Suut Kemal, Reşat Tardu, Ali Oğuz… Bu isimleri yazmak galiba ifşa kabilinden[68] bir şey oldu. Ya 1962’de Halk Partisi iktidara gelir de faşist Atsız’la işbirliği yapanları sorguya çekerse… Bir defa yazmış bulunduğum için de artık geriye dönemem. Dönmenin her türlüsünden iğrenirim. O halde bu üç arkadaşa kendilerini kollamak kalıyor.”

En eski Türk tarihi hakkında epey zamandır topladığım notları “Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar” başlığı altında yayınlamaya başladım. Bunun önsözünde de o zaman liselerde okutulan mahut[69] dört ciltlik tarihi tenkit ettim. Bu da ikinci bomba oldu. Doğrusunu isterseniz ben edebiyat değil, atom fiziği ve kimya tahsil etmeliymişim…

“Suut Kemal’le Reşat Tardu’da şafak attı… Korku yalnız dağları değil, zat işleri müdürlüklerini de bekler. Çağırıp benimle konuştular. Onlar “illa” dediler. Ben “la” dedim ve sonunda Yavuz Sultan Selim’vari bir sözle tartışmayı bitirdim:

-Siz ayrılsanız bile ben dergiyi tek başıma çıkarırım!

Ruhuna rahmet büyük Yavuz! İnsan seni taklit etmekle bile karşısındakileri susturuyor.

(…)

*Dalkavuklar Gecesi için sıkıyönetim komutanının Atsız’a sivil polis göndermesi üzerine.

“…General Ali Rıza Artunkal öyle yapmadı; sivil polis vasıtasiyle beni çağırttı.

Sivil polisin de telaşı malûm… Bu haberi bana iletecek olan memur gece geç vakit gelerek bizim kaleyi, yani Maltepe’deki evi kuşattı. Ben de karşılık tedbir almakta gecikmedim. Karanlıkta birbirimizi gözetledik. Bir defa huruç[70] hareketi yaptım. Düşman ricat[71] etti. Fakat pusuya düşmemek için takibe girişmedim. Kaleye çekildim. Düşman da biraz gerileyerek o geceyi Maltepe karakolunda geçirdi. Doğrusu iki tarafın da haber alma servisleri mükemmel işliyordu.

(…)

“Şimdi size bir de sır vereyim. Tabii bu sır Halk Partisi çağının sırlarından, yani bir ben biliyorum, bir de bütün dünya. Sır şu: Ben ciddi konuşmadığım zaman şaka yaparım. Fakat bazan şakalar da gerçek sanılıyorsa bunda benim ne suçum var? Almanlar Fransa’ya yüklendikleri zaman doğrusu, Fransızları adam sanıyordum. Meğer iskambil kâğıdı imişler.

(…)

“Sabahattin Ali konuşkan, şaklaban ve komiksel bir gençti. Daima mübalağalı ve yalanla karışık konuşurdu. Şairdi de. Zaten bizim memlekette şair olmayan kim var? Şairlerle şair adaylarının toplamı Türkiye’nin nüfusundan daima yarım milyon fazladır. Çünkü ana karnında bulunan yarınki vatandaşlar da birer şair adayıdır.

(…)

*Hasan Ali Yücel’in Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış adlı kitabı üzerine.

“Varsağı’larda şairin adı geçmez diyor, aslı astarı olmayan transkripsiyonlar[72] yapıyordu. Bu transkripsiyonlar bütün Türk Dili uzmanlarını katıltıp bayıltmaya yeterdi. Belki de yerli Türklerden filoloji[73] profesörü çıkmayışının sebebi Hasan Âli’ydi. Malumdur ki üniversitemizin iki seçkin filoloji profesöründen biri, yani Caferoğlu Ahmet, Azerbaycanlı; öteki yani Raşit Rahmi Arat, Kazanlıdır. Yerliler arada katılıp gitmiştir.

“Onun bu eserinin asıl zararı” Osman Reşer’e dokundu (Hasan Ali’nin Türk Edebiyatın Toplu Bakış eserini kastediyor.) Birinci Cihan Savaşında Alman ordusunda çavuş olarak bulunmuştur. Belki de Almanya’nın birinci savaşta yenilmesinin sebebi böyle bir çavuşa malik olmasıdır.

(…)

Doğrusunu isterseniz benim edebiyat hocalığından uzak tutulmam daima memleket için kayıp olmuştur. Bilgim ne kadar az olursa olsun (Hasan Ali’ninkinden çok olduğu unutulmasın), hiç olmazsa öğrencilere Türk olduklarını hatırlatıyor, büyük millet olduğumuzu, bugünün geçici olduğunu telkin[74] ediyordum. Bunu herkes yapar diyeceksiniz. Şimdi durup dururken insanı güldürmekte mana var mı?

(…)

İşin sonunun neye varacağını anlamak için falcı olmaya lüzum yoktu. Bunun bir meydan savaşı ile sonuçlanacağını İstanbul gazetecileri bile kestirebilirdi.

(…)

*Mussoli’nin işgal konuşmaları yapması üzerine

“Nedense biz, makarnacılar mevzubahis olunca, tamamıyla ciddi konuşamıyoruz.”

(…)

“Hepimiz biliyoruz ki Mussolini efendinin gözü Antalya ve İzmir’dedir. O buraya muhakkak[75] saldıracaktır. Tabii biz de kendisine lazım gelen hürmette kusur etmeyeceğiz

(…)

O zaman ben halk partisi devletine karşı müstakil[76] bir devlettim. Almanların balkanlara indiği ve Türkiye’ye saldırmalarına muhakkak diye bakıldığı bir zamanda benim hazırlık yaptığımı ve ilk çağrılışta sırtıma geçireceğim bir çantaya iğne ipliğe kadar her şeyi doldurduğumu gören zevcem:

“ – Hani sen müstakil devlettin? Türkiye’nin girişeceği savaştan sana ne?

Diye sormuş, ben de:

“ – Türkiye’nin müttefiki olarak harbe katılacağım!” cevabını vermiştim.”

(…)

Hâlbuki Bakanlar Kurulu’nda sayın ve pek değerli dostum Hasan Ali Yücel vardı ki ben dergi işleriyle falan uğraşıp da yorulmayayım diye buna engel olacağı muhakkaktı.

(…)

İşin bir de ataklı tarafı var; Sayın İnönü, Yücel’in müstakbel bakanlığını elinden almışlar ama bir zamanlar o aynı Yücel, şu bizim ırkçılar olayı sıralarında “İsmet İnönü’yü sevmeyen Türk olamaz” diyordu. Tanrı korudu. Eşref saate gelseydi bu vecizeyle yeryüzünden Türk ırkı silinecekti…

(…)

Dünya binbir türlü süt emmiş insanlarla doludur. Ayrıca her insan az veya çok inek sütü de içmiştir. Demek ki her insanın bir anası, bir de inekten sütanası var. Tabii her ineğin bir öküz kardeşi olur. Şu halde her insanın da bir öküz dayısı var demektir. İnsanların niçin zekâ ve insanlık dışında hareket ettikleri anlaşılıyor değil mi? Her insan bir öküzün yeğenidir. Oğlan dayıya, kız halaya çeker derler. Herhalde bazı insanlar, süt dayılarına fazla çekiyorlar. Bundan da cihanın huzursuzluğu doğuyor.

(…)

Sayın Yardımcı (zamanın eğitim bakanı Celal Yardımcı) bu teklifimi kabul etmezse, günün birinde Maarif vekili olduğum takdirde ilk yapacağım işin bu olacağını bildireyim. Sen de maarif vekili olabilir misin diyecekler. Niçin olmasın? İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olduktan sonra ben neden Maarif Vekili olmayayım?

(…)

“Zavallı Reha galiba Türkiye’de tutunamadığı için Amerika’ya kaçtı. Doğru, bu memlekette tutunmak kolay değildir. Mesela Ahmet Emin Yalman’ın da bu memlekette yaşadığını düşündükçe benim de Kora’ya veya Arjantin’e kadar kaçasım geliyor. Geliyor amma, memleketin asıl sahibi olduğumu düşünerek vazgeçiyorum. Büyük bir sabırla Ahmet Emin’i Filistin’e gönderecek kanunun çıkmasını bekliyorum.

(…)

“Köşkümüz de eski ve ahşap olduğu için gayet havadardır. Odalarında bazen esrarengiz rüzgârlar eserdi.”

(…)

“1940 yılının Aralık ayında Atsız’ın evi polis tarafından aranmaktadır. Ev basılmış, Atsız’ın mektupları, belgeleri incelenirken Atsız’ın eşi Bedriye hanım, “Bazı mektuplara bakıyorlar” deyince Atsız şaka yollu olarak “Hitler’den gelen mektuplara mı?” diye söylenerek arama yapılmasını inceler.

Mesele Edirne’deki bir yedek subayın eşi, kocasına iftira atmak için eşiyle Atsız’ın hükümet darbesi yapacağını iddia etmiştir. Basit bir iftira.

(…)

Nazım Hikmet hakkında yazılan bir broşürde Atsız, Nazım Hikmet’e köpek demiş ve hâkim bunu kayıtlardan çıkarmıştır.

Mahkeme bitiminde gazeteciler Atsızın etrafını sarar.

“-Siz Nazım Hikmet’e mi köpek dediniz?

-Evet!

-Nasıl olur? O bir şair!

Cevabım gayet kesindi:

-Fakat komünist!

Gazeteciler herhalde anlayışlı idiler. Çekilip gittiler.”

(…)

“Bu klasikler arasında hiç Türk klasiği yokmuş. Ne çıkar? Ha Türk, ha Latin, ha Osmanlı, ha Moskof hepsi bir değil mi? Maksadımız insanı sevmektir. Milliyetçilik yapacak değiliz ya…

(…)

“Ben yazılarıma eskiden beri “Atsız” imzasını attığım için soyadı olarak bunu seçtim. Son günü müracaat etmiştim. Memur:

– “Atsız’ı soyadı olarak alamazsınız” diye kestirip attı.

– “Neden?”

– “Tarihi isimdir!”

Bilgin bir memura çatmıştık. Ne yapmalıydım? Ondan daha bilgin olduğumu ispat etmeliydim. Ettim de:

– “Tarihi olan, “d” ile yazılan Adsız’dır. Benimki “t” ile yazılıyor!”

Benim bu bilgiçliğim karşısında memur habtoldu[77] ve:

– “Ha! O zaman olur” diye cevap verdi.”

Aşağıda yer alanlar Refet Körüklü ve Cengiz Yavan’ın hazırladığı ‘Türkçüler’in Kaleminden Atsız’ kitabından alınmıştır.

İzzet Yolalan anlatıyor…

“Ne zaman, ne vakit:

-Nasılsın? Diye soracak olsam, hemen son derece neşeli haliyle,

-“Dünyayı idare ediyoruz” yahut “Devlet’i” idare ediyoruz” diye cevap verirdi.

Eğer yeni bir hükümet hazırlıkları yapılmakta ise nüktenin, şakanın sonu gelmezdi. İşte bu sıralarda

telefonun zili sık sık çalardı:

-Aman… derdi. Sakın telefonun başından ayrılma, belli olmaz bakarsın bize de bir bakanlık verirler… Sanki bizden iyisini mi bulacaklar?

Biz böyle latife yollu aramızda konuşurken hükümet kurulur:

-Tüh bee, yazık! Bize yine bir şey yok, desene bu sefer de kaçırdık. Bir bakan olamadık. Ama daha ümidini kesme, bir Umum Müdüğürlüğü’ne (Genel Müdürlük) ne dersin? O da olmazsa bir şube müdürlüğü de mi vermezler? Yahu İzzet, biz odacılığa da razıyız. Ha, ne dersin? Şu biz yok mu biz…

Bu konuşmalar sırasında, ben kendimi tutamaz, yavaşça gülerdim. Rahmetli hemen duyardı. Sesi değişir:

-Yoksa sana Bakanlık verdiler de benden mi saklıyorsun?

Kendimi tutamaz, gülmeğe başlardım. Bu sefer de,

-Yahu sen ne biçim adamsın? Zaten seninle de ciddi konuşulmaz ki… Hep gülersin.”

“Bir gün yine telefon uzun uzun çaldı. Eşim açtı. Kısa bir konuşmadan sonra ahizeyi bana uzatırken, yavaşça: “Nihal Beğ” dedi.

(İzzet Yolalan) -Selamün Aleyküm

(Nihal Atsız) -Aleyküm Selam ya seydi. Keyfe halek?

(Seydi, Arapça erkeklere seslenirken kullanılır.),(Keyfe Halek Arapça nasılsın demektir)

(Aleyküm selam ya seydi, nasılsın ?)

(İzzet Yolalan) (Tayyib=iyi, hoş, güzel)

(Nihal Atsız)  –Ene keza. Arapça bitti. Bizim Arapçamız da bu kadar. Gelelim Türkçe’ye. Eee daha daha nasılsın? Geçen sene ölen Koca Öküz’den ne haber?

(Ena keza=Bende öyle)

(İzzet Yolalan) -Haberin yok mu?

(Nihal Atsız) –Hayır yok. Ne olmuş, yoksa dirilmiş mi yine?

Birdenbire hatırlamış gibi:

-Haa, sahi derdi. Az daha unutuyordum. Onu geçen gün Malatya’da görmüşler. Dur yahu be, ben ne diyecektim? Gördün mü bak karıştı kafam. Hep senin yüzünden. Ha, tamam hatırladım. Bak dinle:”

“-Hostes, kemerlerinizi bağlayın dedi ama ben bir türlü bağlayamadım. Yanımdakinin yanında olan hanım bağladı. Yine gülmeğe başladın değil mi? Zaten sana ciddi bir şey anlatılmaz ki! Ben kemer bağlamasını nerden bileyim? Benim bildiğim Ötüken bağlamak.”

***

“Gümrükte Almanlar benim ilaçların fazlalığından fena halde şüphelendiler. Buğra’nın tercümanlığı ile bunu da hallettik. Şimdi Münih’ten dünyayı idare ediyorum. Sana bir de korkumdan bahsedeyim: Bedriye’nin evinde günün 24 saatinde su akıyor. Hem de soğuklu sıcaklı. Şimdi ben geldim diye bu suyun Maltepe’deki suya benzeyip kesilmesinden ödüm patlıyor. Malum ya, uğursuzluğumuz her yerde kendini gösterir.

Ankara’ya iki gidişimde de Nejdetler’in suyu kesildiydi. Rica ederim dualarını eksik etme de şu su kesilmesin. Buranın en berbat tarafı her gün tıraş olmak mecburiyeti. Aldırmasam, Bedriye cellât gibi başıma dikiliyor. “Yahu, sakal iyi şeydir, ecdadımız sakallıydı” falan diyorum ama dinlemiyor. Şimdi bizim anayasaya bir madde daha ekleyelim: “Her gün tıraş olmak cildi tahriş edip sağlığa zarar verdiğinden zararlıdır.  Kocalarını her gün tıraşa zorlayan kadınlara ceza olmak üzere, kocaları ikinci bir kadınla evlendirilir. Ve bu kadının yaşı yirmiden fazla olamaz”. Akıl nasıl? Zaten başımdan taşıyordu. Buraya gelince yerlere dökülmeğe başladı.”

***

“…Eee! Daha daha ne haber? Geçen sene ölen koca öküzden ne haber? Yatakta yazdığım için yazım okunaklı değil ama okumağa bak. Ha, bak geçen sene ölen koca öküz dirilmiş. Hay Allah cezasını versin, dirilecek ne vardı yahu? Bu sefer ölmezse Türk Milleti hapı yutar.”

“…Şu Ruh Adam meselesi cidden mühim bir gaile oldu. Bunu muhakkak halletmeliyiz. Ruh nedir? Nane ruhu mu? Tuz ruhu mu? Adam nedir? Maymun’un torunu…

Şu halde Ruh Adam yerine Nane Esansı’nın Maymun Torunu desek olmaz mı? Ve bu günün hippi kuşakları bunu daha iyi anlamaz mı ?”

***

“Daire sahipleri para vermedikleri için bizim sular yine kesildi. Yaşasın Cumhuriyet. İstersen bu işi gel sen hallet. Sana mükâfaten iki kahve kaşığı şeker ile bir bisküvi veririm.”

***

-Ekim sayısının yazılarını yazdım ama sanki mezarımı kazdım.

***

-Nezle oldum. Günde 4 asprin ve 6 fincan çay ile modern bir tedavi takip ediyorum.

***

-Bir şaheser olan sondan bir evvelki şiirimi yazıyorum:

A patlıcan, patlıcan

Nerede kaldın bu gece?

Ak sakallı bir sıçan

Hıyar yiyiyor gizlice

X X X

Telli pullu bir gelin

Söylüyor bir hoş gece.

Reva mı kızı alsın

Gözü şehla bir cüce…

Bunu bir ben yazarım, bir Şekspir, bir de Tokat’ta Leylekoğlu.

-Geçen sene ölen Koca Öküz’den haber varsa bizzat bana gelerek bildirmeni rica eder, gözlerinden öperim.”

***

-C.Yetimoğlu, sanki biz neyiz?

***

-Ağustos sayısı gecikti. Ben abone olsaydım şimdiye kadar iki mektup-üç telgraf yollar, arkadan Danıştay’a ve Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ederdim.

***

-Tabii, zenginler yeni ve geniş evlerinde rahat oldukları için, bizim gibi, kurbağalar ve kertenkelelerle birlikte geçen yaşantı(!)mızın farkında değillerdir.

***

-Bu muhallebi güzel bir tatlıdır. Yemesine doyum olmaz. Tavsiye ederim. İstersen bir muhallebici dükkânı açalım. Müşterilere vermez, kendimiz yeriz. Bir ay sonra dükkânı kapatırız. Ama bir ay yaşarız ya. Yaşasın Cumhuriyet.

***

-Senden 10 tane “Ötüken” isterim. O kadar yoksa 9 tane gönder. O kadar yoksa 8 tane gönder. O kadar da yoksa 7,5 tane gönder. Ama mutlaka gönder. Hiçbir şey bulamazsan, acele tarafından ödemeli olarak bir teneke su gönder.

***

-Hiçbir iş yapamamanın verdiği bezginlik ve üzüntü beni mahvedecek. Şimdi sen bana ödemeli bir teneke su gönder.

***

-Bizim romana gelince (Ruh Adam): Herkesin başka türlü anlayacağını biliyordum. Fakat o romanda her şey bir hakikattir. Yalnız, sembolik olarak yazılmıştır. İleride ona şerhler-tefsirler yazılırsa pek çok tarihi hakikatler ortaya çıkar.

***

-Dün Muzaffer’le (Eriş) birlikte yaptığımız toplantı: “Üç Büyükler toplantısı” olacaktı. Fakat maalesef “Üç bunaklar toplantısı” oldu.

Çünkü: Muzaffer, Ergenekon tablolarını burada unuttuğu gibi, ben de sana ikinci makbuz defterini vermeği unuttum. Sen de istemeği unuttun. Tamamlandı mı bunaklar? Var mı bunun daha ötesi? Yok! O halde yaşasın Bunaklık!

***

-Acele cevap… Kestane kebap… Kırmızı şarap… Gönlümüz harap…

***

-Bana dört aylık rapor verdiler. Fakat daha yüzde yüz emin değilim. Bu raporu adli tıbbın tasdik etmesi lazım. Ederse iyi. Dört aya kadar da nasıl olsa üçüncü cihan harbi çıkar.

***

-Nedir bu çektiğimiz? Çekmeyen gider. En iyisi sen bir sabah Bostancı’ya gel de bu işleri defterler ve evraklar ve yapraklar ve ağaçlar ve ormanlar (kaldı ise) üzerinde halledelim ve çözelim.

***

-Kardeşim, hiç itibarımız kalmadı mı? Bana “Sayın ATSIZ” diye yazmışsın. Hiç olmazsa “Sapsayın ATSIZ” diye yaz da biraz öğüneyim.

***

-Mart-ı şerifin mübarek olsun. Bu Mart bana hiç iyi gelmemiştir. 4 Mart’ta Askeri Tıbbiye’den tard olundum. 1925’in 4 Martı çok güzel ve sıcak bahar günüydü.  Ondan sonraki yıllarda öyle güzel 4 Mart görmedim. Şimdi de sekiz gündür gripal bronşitten ızdırap çekiyorum. Bir türlü geçmiyor. Aya gitmeğe karar verdim. Ama Babür elini çabuk tutmuyor ki. Şimdi sen onu bırak da Cumhurbaşkanı adaylarına bak: Faruk Gürler ve İsmet İnönü… “Mart ayı kötüdür” demiştin ya. Şu İsmet Cumhurbaşkanı olursa belki ben vefat ederim. Faruk Gürler olursa birer demli çay içeriz.

***

-Sen cidden yanağı Bakırköy’den buraya kadar çekildikten sonra, şırrraaak diye bırakılmaya layık bir kişisin… Hakikatleri sakladığın için yanağını buradan tutup Münih’e kadar uzattıktan sonra bir koyuverirsem görürsün. Hatta belki astronotlarla anlaşıp, aya kadar uzattıktan sonra salıverdiririm. O zaman artık sen düşün… Kâniye 15 gün köyünde kaldığı için evi örümcek kardeşler istila etmiş, toz biraderler de her yerde localarını kurmuştu. Senin verdiğin sinek avlayıcın raketle biraz önce, beni rahatsız eden bir komünist sineğin hakkından geldim. Bildirilir.

***

Atsız, mektuplarında uzun boylu ve şatafatlı sözlerle herkese teker teker selam yazmaktansa, bunların hepsini içine alan manada “Protokol caridir” derdi. Bir mektubunda ise şöyle demişti: “Protokol caridir ve tifüs gibi saridir”

***

-Atsız, şakalarına kendi kendisiyle istihza (alay) edecek bir çeşni vermekten de çekinmezdi. Bir keresinde; Tophane Tevkifevi’nde sohbet edilirken, bazı şahıslarla “sür’ati intikal” az mı, çok mu tartışılıyordu. Atsız dedi ki: “Bana gelince, bende sür’at vardır, ama intikal yoktur.”

*İntikal: Bir yerden başka bir yere geçme, geçiş

***

Atsız’ın şakacı üslubuna örnek olarak bir küçük notu.

3.5.975 tarihli not şöyle:

Sayın Cumhuriyetçiler! Yemekler hazır ve teşrifinize muntazır. Selamün aleyküm. Yaşasın Mao.

Atsız

Not: Acaba bu not, yarın aşırı ahmak veya aşırı kötü niyetli bir kimsenin eline geçince, o da bu sefer Atsız’ın “maocu” olduğunu mu iddia edicek? (Atsız’ın bir takım şakalarını gerçekmiş gibi gösterenlere karşı yazılmış bir ekleme.)

***

-Teselli de boş şeydir ama galiba boş olduğu için bol bol verilir

22.09.1972

***

-Bu arada Buğra’nın doktora tezi için, istediği notları almak üzere İstanbul Sefer-i Hümayunları yaptım. Altı ayrı kütüphaneden notlar çıkararak yolladım. İflahım kesildi

-Nejdet’ten mektup aldım. Mektubunun sonunda “Kasım sayısının yazıları hazır; senin yazını bekliyorum” diye yazıyordu. O cümleyi okuyunca ben de az kalsın felç oluyordum.

***

-Milli futbol takımının Lüksenburg’a yenilmesinden sonra Anayasaya, Türkiye’de futbol yasağı koyan bir madde zaruri oluyor. Zaten daha önce de Cezayir’e yenilmişlerdi. Birkaç yıl önce de Suudi Arabistan’ı güçbela 2-1 yenebilmişlerdi.

***

-İnfazın dört ay geriye bırakılması. Bunun için de hukuki sebepler lazım. Kayabek’in durumu bu bakımdan benimkinden elverişli: Dört çocuk ve geçim sağlayan dükkân sahibi olmak, hukuki mazeret teşkil ediyor. Ben zengin bir mirasyedi olduğum için bu imkâna malik değilim.

***

-Malatya’ya gönderilen 5 tane Ötüken’i İzzet yollamıyormuş. Belki de cinler gönderiyordur.

***

-Şebinkarahisarlılar, Cumhuiryet’in 50. Yıl dönümünde bir milyon abone bulmak için kampanya açtılar. Ben bu büyük rakkamı bir yana bırakarak, beş bin abone bulsalar iki katlı ekmek kadayıfı olur diyorum.

***

Dünyayı idare ediyoruz diye şaka yapa yapa galiba buna ben de inandım ki; şu memleket, meclis meseleleri beni yiyip bitiriyor. Selâh göstermeyen ağır bir hastanın başucundaki insana benzedim.

***

Hani vaktiyle “gözüm Reis-i cumhurlukta” demiştin. Şu mevkiye adaylığını koy da bu iş olup bitsin. Emin ol bu sürünceme lüzumundan fazla canımı sıkıyor.

***

Senden mektup alamayınca endişelenmeye başlamıştım. Bu arada Kayabek senden de mektup aldığını bildirince, endişe edecek nesne olmadığını keşfettim.(Bu keşif Amerika’nın keşfinden mühimdir.)

***

Geçen gün, Hakan’la konuşurken bir eşek anırdı. “Dede bak öküz bağırıyor” dedi. “O öküz değil, eşek” dedim. “Eşeğin bağırmasına anırmak derler, eşek anırıyor” diye cevap verdim. Kendisine mahsus tatlı aksanla ve soru takısı kullanmadan şöyle sordu:

“Dede! Eşek olsam ben de anırırım? Tabii gülmekten katıldım.

***

Evvela mahsus selam edip, hepinizin hatır-ı şerifinizi sual ederim. Sağlıklar dilerim. Bu taraftan sual olunursa, sivri sineklerden başka kederimiz yok.

***

“Yakında pahalılık olacak dedikleri için ihtiyatlı davrandım. Bir kutu şekerle iki kutu çay aldım. Ekim maaşını da alınca eczahanenin yarı ilaçlarını eve stok edeceğim. İhtiyat iyi şeydir. Bir teneke de Adayar[78]aldım mı değme gitsin. Protokol caridir.”

***

“İki gündür yaz geldi. Ortalığı kasıp kavurdu. Bizim buzdolabı da bozuldu. 160 TL’ye taksitle aldığımız dolabın tamirine 250 TL istediler ve bir buçuk ay sonra vereceklerini söylediler. Tabii güldük. Şimdi o dolaba elbise mi, kitap mı koymak daha münasip olur diye düşünüyorum”.

“Ben 15 aydır Yeni Sabah Gazetesine yazı yazıyorum. Haftada bir yazı koyuyor ve makale başına  15 lira veriyorlar. Görüyorsun kazancım yolunda. 20 lira verecekleri hakkındaki sözlerini tutsalardı, büsbütün zengin olacaktım ve parayı koyacak yer bulamayacaktım. Gazeteci olmak hoşuma gitmiyor ama ne yapalım, felek utansın.

Aşağıda yer alanlar Yücel Hacaloğlu’nun hazırladığı Atsız’ın Mektupları isimli eserden alınmıştır.

Kardeşim Mesut Koman
Bu sefer gayet geç cevap veriyorum. Böyle geç cevap vermeği senden öğrendim ama görüyorsun ki üstadını geçmiş şakird durumundayım. Bunun sebebi nedir biliyor musun? Ankara’ya gittim. Sakın Gülme! Senin sinemaya gitmen, Mükrimin Halil’in roman okuması, Baki Gölpınarlı’nın evlenmesi ne kadar tuhaf ise benim de Ankara’ya gitmem o kadar tuhaf.

Dört mebus sizlere ömür oldu.  Bunlardan birisi Hüseyin Rahmi’ye, biri de Yahya Kemal’e mevudmuş diye duydum. İnşallah diğer ikisinden biri de sana mevud olur.

***

Kardeşim Yılanlıoğlu

Senin köy ağalığın ise belki ileride kuracağımız imparatorluğun çekirdeği olur.

***

Kardeşim Muzaffer Amca

Münih’te çok Türk var demişlerdi. Ben de bunlara güvenerek merkezden ani bir darbe ile ihtilal yapmayı düşünmüştüm ama henüz Bedriye ile Buğra’dan başka Türk göremedim.

***

Azizim Turan

17 Ağustos tarihli mektubunu aldım. Halim malum. Bildiğin işlerden başka bir de büyük gaza eyledim. Türk tarihinde zaferler ayı olan Ağustos’un 25’inde, bir aydır eve girip türlü akınlar yapan Moskof, komünist, solcu, Halk Partili, yobaz, Hippi ve namussuz kertenkeleyi takriben 4 dakika süren kahramanca bir savaştan sonra katlettim. Fakat ondan sonra öyle bir iğrendim ki o gece yemek yiyemedim.

***

Azizim Turan

İstanbul’un  en güzel ayı olan Ekim hakikaten güzel, tam bana göre günlerle geçiyor ama ben bütün fırsatları kaçırmakta rekor kırıyorum. Fakat bugün artık kesin kararımı verdim. Herkes Cuma namazı kılarken ben İstanbul’un kalabilen kırlarında Şaman duasına çıkacağım.

Zaten iktidara geçince ilk işlerimizden biri şehirleri yıkıp yeni baştan sıhhi, estetik ve adama benzer kentler kurmak olacak. Belki de yerine yenisini kurmadan bir meşe ormanı yaparız da bir zamanlar burada meşe odunlarının oturduğu ahlafa anlatılmış olur.

İşlerim başımdan aşkın. Böyle olunca hiçbirini yapmamakla işi idare ediyorum.

Ahlaf: Bizden sonrakiler

***

Azizim Turan

… Siz gençler galiba Avusturalya’yı Avusturya ile karıştırıp birbirinin yanında iki ülke sanıyorsunuz ama orası herhalde başka bir alem olsa gerek. Burda yazken orda kış imiş. Böyle rezalet olur mu?

***

Azizim Şaman

Bana uçakla yollanan mektup önce Yeşilköy’e iniyor. Oradan Maltepe’ye gelmesi de bir gün sürüyor. Adi posta ile yollarsan Haydarpaşa’ya gelip beni daha çabuk buluyor. Böylece 10 kuruş da tasarruf etmiş olursun. 10 kuruşu bugün bankaya koysan 2000 yıl sonra birkaç milyar lira olur. Kalkınırız.

***

Azizim Şaman

…Benden iş istiyorlar. Ben ancak 500 liralık iş buluyorum. Bugünün gençleri tabii bunu beğenmiyor. Ben onların yerinde olsam derhal kabul ederim. İmparatorluk nesli olduğum için kanaatkarım ama siz Cumhuriyetçiler öyle değilsiniz.

***

Azizim Hacaloğlu

Şaman ne yapıyor? 7 cephedeki savaşlarına devam ediyor mu? Ankara’ya ısmarladığım kitap işlerine o bakıyormuş. Kitaplardan biri geldi. Üçünü hacı bekler gibi bekliyorum.

***

Azizim Şaman

Biz, İzzet Yolalan’la kararlaştırdık. Telefonun başından ayrılmıyoruz. Sabaha kadar bekliyoruz. Uyku kaçırıcı ilaçlar alıp boyuna koyu çay içiyoruz. Uyumayalım diye… Neden mi? Eh ne olur, ne olmaz , belki Başbakanlığı bize teklif ederler diye. Onun için kaç gündür yorgunuz.

Dün sabah, erkenden Haluk Çay telefon ederek senden bir haber verdi; Beklediğim üç kitaptan birini postalamışsın. Dünkü postadan kitap çıkmadı. Bugünkü postadan da çıkmadı. Bu da bizim başbakanlığa benzedi.

Dün sabah bir tane Evliya Çelebi gönderdim. Bu gibi işlerde ihtiyatlı olduğum için taahhütlü yolladım. Yarın belki  bu mektupla alırsın. İstanbul’la Ankara’nın arası herhalde uzadı ki mektuplar falan da geç gelmeye başladı.

Sana bir de kimyasal olay söyleyeyim de incele: Bu kış soğuk geçtiği için çok üşüdüm ve sıkıntı çektim. Şimdi havalar ısındı. Fakat ben hala üşüyorum. Bundaki kimyevi faktörleri inceleyip bir doktora tezi yaparsan Nobel mükafatını alırsın. Tabii haberi sana verdiğim için bu mükafattan %5 komisyon isterim. Artık tam manası ile ticari zihniyette bir kişi oldum. 100 milyon lira ile ticarete başlasam kediye falan değil, file yüklerim…

***

Azizim her Schamann van Dorul

Hala telefon başında oturup bekliyorum. Belki başbakanlığı bana teklif ederler diye. O zaman bakanlıkları lağvedip dört genelmüdürle Türkiye’yi idare edecek ve büyük tasarruf sağlayacağım. Bütün bayramları kaldırıp tek bir milli bayram koyacak, iki milyon işsizi toplayarak Türkiye’nin bir ucundan öte ucuna gayet geniş anayollar yaptıracak, okulları ana, ilk küçük orta, büyük orta, lise, olgun lise, yüksek, daha yüksek, en yüksek diye kademelere ayırarak herkesi istidadına göre yerleştirip memleketi 100 yılda kalkındıracağım. Plan nasıl? Bunu kimse düşünemez.

Bican, Tuzla’da şanlı piyade oldu. Temmuzda yeniden baba olacak. Kayabek de dördüncü defa baba olacak. Yaşasın 100 milyonluk Türkiye. O zaman dünya hapı yuttu demektir.

***

Azizim Şaman

Bizim yeni ev Bostancı’da. Ankara asfaltı ile Bağdat Caddesi ortasında. Bağdat Caddesinin Bostancı durağında durup bir nara atsan duyarız. Sen de bir daire alsaydın iyi olurdu. 108. elementi keşfederek Nobel’den 100.000.000 dolar alıp bir daire al. İstersen iki daire alıp duvarlarını yıkıp birleştir. Ondan sonra bütün apartman gümbür gümbür çöksün ve Türkçülere mezar olsun. 22. Asırda Türkçüler iktidara geçince orada bir anıt-kabir yapıp kımız içerler.

Sen Ötükenleri alıyor musun? Müthiş yazılar çıkıyor. Nushası kalmıyor. Vaktinde almazsan sonra Nobelden kazanacağın paranın yarısını koleksiyon için vermen gerekir.

***

Azizim Şaman

Mayıs-ı şerifini kutlar, nice mayıslara ermeni dilerim. Bu mektup sana bazı haberleri vermek içindir.

Sen hala 108. Elementi bulamadın mı? Haziran’da galiba yeni katlara gireceğiz. Sen de 100.000 lira verip girebilirsin. Taksitle de olur ama şu elementi bulmak şart. İzzet iki daire alacaktı, 100.000 lira dediğin nedir? Yere baksan bulursun.

Bizim evin halini görsen korkarsın. Bahar geldi diye kiracı örümcekler geldi. Aramızda her gün ihtilaf çıkıyor.  Ya şu Avrupa güreşlerine ne dersin? Yenildikten ve kepaze olduktan sonra antrenörler “böyle olacağı belli idi” diyorlar. Güreşçiler de açlıktan şikayet ediyor… Aç ise Türkiye’de nasıl birinci oluyor. Bu heriflerin yerine sen ve ben gitseydik milli duygu ile daha iyi sonuç alırdık.

***

Azizim Refet Körüklü Beğ

Sizden ricam şu: Bu yazılar dizilince tashihler için bana gönderin. Ben bir yardımcı ile birlikte, birimiz okuyup birimiz düzeltmek şeklinde ilk tashihleri yaparım. İşsiz güçsüz emekli taifesinden olduğumuz için bana kolay gelir. Fakat Allah’ın bu sıcağında ve bunca işiniz arasında siz yapmaya kalkarsanız anayasaya aykırı olur.

***

Kardeşim Muzaffer Amca

Bizim şahane lambaların görünce şehrayin yapmaya heveslendim ama elektrikler yanmadı. Gülabi’ye niçin yanmadığını sordum. Bir şeyler söyledi ama galiba Latince idi, anlamadım ve üstelemedim. Kapının yarım günde yapılacağını söyleyen marangoz da mutfağın halini görünce “birimizin yaptığını öbürümüz bozuyor” dedi. Ben bu sözle Türkiye’de olduğumu anladım.

***

Azizim Şaman

Önünde kalan şu 8-9 aylık sürede ne öğrenebilirsen öğren de vatana bir miktar da olsa yenilikler getir. Burada bu yenilikleri getirmek için bir yığın eşekle uğraşacağın muhakkak ama sen yine elinden geleni yaparsın. Bu türlü şeylere alışıksın. İstersen biraz da hayvan terbiyecileriyle görüşüp eşeklerle nasıl bir sistem kurulabileceğini onlardan öğren.

***

Azizim Şaman

Rusya batacak. Finlere söyle: Ben şaman duası ettim mi, etmedim mi, onlar mutlaka yok olacaktır.

***

Kardeşim Âşık İzzet

13 Martta Cumhurbaşkanı seçilecek ama telefonumuz olmadığı için telefon başında bekleyemeyeceğiz. Muzaffer’e yazdım: O bekler. Cumhurbaşkanı olursa elbette bize bir bakanlık verir. Ben memleketten topyekûn elektriği kaldırmak için Enerji ve Tabii Kaynaklar bakanlığı isteyeceğim. İstersen sen de okulları kapatmak için maarifi iste.

***

Azizim Kayabek

Necati Sepetçioğlu şeker olmuş. Epey de fazla. Sıkıntılı ve öfkeli bir hayat geçiriyor. Yürümüyor. Ben, Lokman Hekim ve Hipokrat’tan sonraki en mühim doktor olarak, kendisine bir rejim verdim. Bakalım tutacak mı?

***

24 Temmuz tarihli mektup.

Azizim Hacaloğlu

Bahsettiğin sıcaklar üç gün öncesine kadar burada da vardı. Bir gece şimşekler çakıp yağmur yağdı. Ben ömrümde böyle bir şimşek görmedim. Biri bitmeden biri başladığı için ortalık daima aydınlıktı. Kahraman Elen milletinin asil havacıları           İstanbul’a bir hava hücumu yapsalardı karartmaya rağmen aydınlık olan şehri yerle bir ederlerdi ama insani düşüncelerinden dolayı yapmadılar.

Terken Bebeğin Uygurca konuşmaya başlamasına bayıldım. Merak etmeyin yakında o Uygurcayı Oğuzcaya çevirir, derdini anlatır. Bizim Yağmur önce Moğolca konuşmaya başlamıştır. Boyuna ‘gu’ diyordu ki Moğolca ‘iyi’ demektir. Galiba hayatı iyi görüyordu. Büyüyünce aklı başına geldi.

***

Azizim Şaman

Bir de Muzaffer’in okuması vardır da yazması yoktur. O sebeple irtibat yok.

Senin doçentlik uzadı. Bir an önce ol da 108. Elementi keşfet. Çavuşoğlu doçentmiş. Ona asistan diye mektup yazdım. Cevap alamadım. Doçent demedim diye gücendi mi dersin? Kendisinden iki nesne rica etmiştim. Belki mektup eline geçmemiştir. Belki de Yunan muhafızlar mektubu ele geçirip zafer diye Atina’ya götürmüşler. Her neyse, günün birinde ne olduğu anlaşılır.

Bu kadar nutuk yeter. Selamlar ve iyi doçentlikler dilekleri…

***

Azizim Turan Beğ

Uzun zamandır sizden haber alamadığım için tahmin etmiştim. Hatta belki Kıbrıs’a çıkmışsınızdır diye düşünüyordum. Demek Sakız’ın karşısındasınız. Asil Helen kardeşlerimiz oraya zırhlı birlikler getirmiş. İyi. Size tatlı bir iş çıktı demektir.

Ama gözünüz kızmışa benziyor. Asil Helen kardeşlerimizle hesaplaşmak istiyorsunuz.

***

Azizim Herra Şaman

Nasıl, Finceyi de iyi öğrenmişim, değil mi?

Ben İzzet Yolalan’la anlaştım. Telefonun başından hiç ayrılmıyoruz. Belki yeni bir kabine kurulur da bize bakanlık teklif ederler diye…

***

Azizim Refet Körüklü Beğ

İstanbul’un sıcaklarından yaz nezlesi oldum. Fakat Lokman Hekim ve Hipokrat’tan sonra en meşhur doktor olduğum için kendimi tedavi ettim. Şimdi de Kaniye’yi tedavi ediyorum.

***

Muhterem Adile Ayda Hanım

Bereket versin, bayramın son günü, 5 yaşındaki torunum geldi de bir az neşelendim. Radyoda işittiği bir şarkıyı söylüyordu. İçinde aşk kelimesi geçti. “Aşk nedir?” diye sordum. Hiç düşünmeden “çiçek” diye cevap verdi. Kumbarasında biriken paralarla yarış arabası alacakmış. “Onunla uçaktan hızlı gidebilir miyim?” diye sordu. “Hayır” dedim. “Uçağı kim geçer” dedi. “Füze” dedim. Bir müddet düşündükten sonra: “Füze Allah’ı da geçer mi?” diye sormaz mı? Eskiden hep “Tanrı” diyordu. Galiba MSP’ye intisap etti. İsm-i azam’ı telaffuz ediyor.       Bir de çok konuştuğu için, “Anadolucu” olacağından endişe ediyorum. Bilmem, hiç dikkat etmiş miydiniz? Anadolucular çok konuşkan oluyor.

Bayram sırasında ben de fazla gevezelik ederek Anadolu’culara  benzemeyeyim.

***

Azizim Şaman

Doktor olduğun için tebrik ederim. Fakat senin doktor olduğun bilim dalının adı “biokimya” değil, “biyokimya”dır. Siz gramer okumadan yetişen cumhurluk nesilleri böyle yanlışları sık yaparsınız.

Bu işleri ve siyaseti bırak. Ya bir element keşfet yahut gayet ucuza çıkacak öldürücü kuvveti olan büyük bir biyokimyasal veya sadece kimyasal madde yap da Ürdün Kırallığı’na savaş açalım.

Bugün sayım olduğu için gayet rahatım. Caddeden araba geçmediği için başım dinleniyor. İktidara geçince arabaların yasak olduğunu anayasaya koyalım da beynimiz dinç olsun.

En büyük eğlencem Maviş. Beş yaşını dört ay geçiyor. Haftada iki gece bende kalıyor. Tabii annesiyle beraber. Eskiden “Tanrı’nın köpekleri var mı” gibi sorular sorardı. Şimdi Tanrı yerine hep Allah diyor. Mesela “ jet Allah’ı da geçer mi”, yahut “Fil Allah’ı da yener mi” gibi şeyler. Galiba MSP’li olacak. Bir de o kadar çok konuşuyor ki ilerde Anadolucu olması ihtimali var.

***

Azizim Hasan Oraltay Beğ,

15 Ekim tarihli mektubunuzu aldım. Kazakistan’da Farabi için yapılan neşriyat ve hareketler çok ilgi çekici. Tabii, Farabi’ye komünistti diyenler çıkacak. Komünistlere bakılırsa Tanrı da komünisttir.

***

Azizim Yılmaz Beğ

Cennet-mekân, Firdevs-aşiyan Tengri Kut Mete Hazretlerini takdim ile kesb-i fahr-ü şeref eylerim. Himmeti üzerinizde, ıslık çalan okları da (…) olsun. Âmin.

Meclise başkan seçilemiyor. Adaylığımı koysam 226 oy alabilir miyim?

Dipnotlar:

[1] Tebliğ: belirtme

[2] Teselli-bahş: teselli verici

[3] Farz-ı muhal: sayalım ki, varsayalım ki

[4] Cehid: çalışma, çabalama, uğraşma

[5] Fıtri: doğuştan

[6] Mukavves: kavisli, eğri

[7] Taksimat: bölme

[8] Delinquant: Fransızca suçlu demek.

[9] Hattat: el yazısı çok güzel olan sanatçı.

[10] Müstensih: bir yapıtın el yazısıyla kopyasını hazırlayan kimse.

[11] İlam: bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmi belge. İlâm-ı hükm, sonucu açıklama.

[12] Fersah: yaklaşık beş kilometrelik bir uzunluk ölçüsü.

[13] Mumaileyh: az önce anılan, adı geçen kimse.

[14] Tereke: miras

[15] Komplikasyon: Bir ilacın ya da bir hastalığın doğuracağı yan etki

[16] Metot: Yöntem

[17] Führer: Adolf Hitler’in kullandığı lider anlamına gelen unvan.

[18] Müttefik: Aralarında anlaşma ya da sözleşme sağlanmış olan(kimse ya da topluluk). Galip Müttefik ile 2. Dünya savaşını kazanan taraf kastediliyor.

[19] Mumaileyh: Az önce anılan, adı geçen kimse.

[20] Muavenet: Yardım

[21] Mevkuf: Tutuklu

[22] Mevkufiyetden avdet: Tutukluluktan dönüş

[23] Declasse: Çevresinden düşmüş, dışlanmış

[24] Aldırmamakla mukavemet: Aldırmamakla karşılık verme

[25] Contre-attaque: Karşı saldırı

[26] Sair: Başka, öteki

[27] Mülkiye: Devlet yönetimindeki sivil görevliler sınıfı

[28] Mucibince: Gereğince

[29] Faş etmek: açığa vurmak

[30] Meskût: söylenmeden geçilmiş, söylenmemiş.

[31] Safiye: katıksız, duru, seçilmiş

[32] Teşerrüf: bir kimseyle tanışmaktan onurlanma.

[33] Beynelminel: Uluslararası

[34] Bermutat: Her zaman olduğu üzere

[35] Ceste-ceste: Azar azar, parça parça

[36] İlan-ı harb: Savaş ilan etme

[37] Feraset: Anlayış, sezgi

[38] Kuvve: Düşünce, niyet

[39] Fiil: İş

[40] İntikal: Geçiş

[41] Fahri: Onursal

[42] Deruhte: üzerine alma, üstlenme

[43] Takviyeli: Sağlamlaştırılmış

[44] Piyade: Yaya olarak savaşan askerlerin oluşturduğu sınıf

[45] Kolordu: değişik sayıda tümen ve savaş destek birliklerinden oluşan büyük birlik.

[46] Sahra Bataryası: Çöl Topçu Birliği

[47] Vasıta: Araç

[48] Muvaffakiyet: Başarı

[49] Nispeten: (bir şeye) göre, oranla

[50] Keşif tayyaresi: Keşif Uçağı

[51] Faikıyet: üstünlük

[52]Kesb etmek: kazanmak

[53] Teslih: Silahlandırma

[54] Güllabici: akıl hastanelerindeki hademelere verilen ad.

[55] Sultani: Lise dengi öğretim kurumu.

[56] Mütareke: Ateşkes (Mondros Ateşkesi kastediliyor)

[57] Feyiz: Verimli

[58] Merkez-i alem: Alemin merkezi

[59] Faal: etkin

[60] Mukadderat: Yazgı (kader anlamında)

[61] Maarif Vekili: Milli Eğitim Bakanı

[62] Trahom: gözkapaklarının altında birtakım kabarcıkların oluşmasıyla başlayan, tedavi edilmezse kirpiklerin içeriye kıvrılması, saydam tabakada yaralar çıkması yüzünden körlüğe yol açabilen bulaşıcı bir hastalık.

[63]Müsamahakar: Hoşgörülü

[64] Tevkif: Tutuklama

[65] Meb’us: Milletvekili

[66] Saylav: Milletvekili

[67] Ser: Baş (Bende denilmek isteniyor)

[68] Kabilinden: Benzerinden, gibisinden, türünden.

[69] Mahut: Adı geçen

[70] Huruç: Dışarı çıkma, yararak dışarı çıkma,

[71] Ricat: Bozguna uğrayarak geri kaçma, geri çekilme.

[72] Transkripsiyon: Bir yazıyı bütün ses inceliklerini belirterek başka bir alfabeye çevirme yolu, yazı çevirimi.

[73] Filoloji:Dillerin yapısını, tarihsel gelişimini ve birbirleri ile ilişkilerini inceleyen bilim dalı.

[74] Telkin: Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama

[75] Muhakkak: kesin

[76] Müstakil: Bağımsız

[77] Habt olma : bir bahiste birini susturma, ağzını kapama.

[78]Adayar, yağ firması ismi. Adayar derken Adayar marka yağ kasıt ediliyor.

0 Yorum

Yorum Yap