Ana Sayfa Genel Dünkü Gerçekler

Dünkü Gerçekler

0 Yorum 609 Görüntülenme

Haritayı ve sınırları tenzih edecek olursak Lozan Antlaşması’nı Sevr’den ayıran en büyük özellik, antlaşmanın 45. maddesiydi. Mütekabiliyetin esas alındığı şöyle bir madde vardı:

“İşbu fasıl ahkâmı ile (Akalliyetlerin himayesi) Türkiye’nin gayrimüslim ekalliyetleri hakkında tanınan hukuk, Yunanistan tarafından dahi kendi arazisinde bulunan müslüman ekalliyet hakkında tanınmıştır.”

Bu maddeyi önemli kılan şey, Sevr’deki, özellikle azınlıklar hakkında olan maddelerin bizim aleyhimize oluşudur. Lozan’da söz konusu madde ile bu konuda eşitlik getirilmiştir. Sonrasında, 1936 yılında çıkarılan beyanname ile azınlık vakıflarının mal ve mülk edinememesi kararı alınmıştır. Gayet de isabetlidir, zira söz konusu azınlık vakıfları bizim kan dökerek kazandığımız topraklarda hak iddiasında bulunmuşlardır.

Bu noktada da Başbuğ Mustafa Kemal Paşa’nın muhteşem öngörü yeteneği, tarih hakimiyeti kendisini göstermiştir. Bir zamanlar Osmanlı’da kurulmuş azınlık vakıfları, hakları olduğu için kiliseler açmış, sonrasında bu kiliselerde Osmanlı Devleti’nin imtiyazları sınırlı kalmıştır. Yani, bu konuda bir kere ağzımız yanmıştır. Bu konudaki kanının sabitliğine rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Yunanların Batı Trakya’da azınlık durumunda olan Türklere uğrattığı, günümüz itibariyle de uğratmaya devam ettiği türden aksi bir hareket sergilememiştir. Yalnızca kendi toprakları adına önlem almıştır, ötesi bir zulüm asla söz konusu olmamıştır.

***

2006 yılında meclisten yeni bir Vakıflar Yasası önerisi çıktı. Mecliste onaylanan kanundan tam dokuz madde, Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilerek meclise tekrar gönderildi. Sezer’in bu konudaki yorumu, kanunun “Lozan’a aykırı” olmasıydı. Zira, veto edilen maddelerden örneğin birkaçı şöyleydi:

“Yabancılar, Türkiye’de, hukuki ve fiili mütekabiliyet esasına göre yeni vakıf kurabilirler.”

“Vakıflar; vakıf senetlerinde yer almak kaydıyla, amaç veya faaliyetleri doğrultusunda, uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabilirler, yurt dışında şube ve temsilcilik açabilirler, üst kuruluşlar kurabilirler ve yurt dışında kurulmuş kuruluşlara üye olabilirler.”

“Vakıflar; amacını gerçekleştirmeye yardımcı olmak ve vakfa gelir temin etmek amacıyla, Genel Müdürlüğe bilgi vermek şartıyla iktisadi işletme ve şirket kurabilir, kurulmuşşirketlere ortak olabilirler.”

Lozan’da yazılanlara göre bir mütekabiliyet esas alınacaktı, halihazırda var olan ve varlığını sürdüren vakıflara söz söyleyen yoktu ancak, yeni vakıfların da kurulacak olması ihaleyi karıştırıyordu. Sezer’in Lozan konusundaki hassasiyeti medyadan da büyük ölçüde destek buldu. Kasım ayının sonlarında yaşanan bu olaylar, uzun bir zaman üstü kapalı şekilde kalacaktı. Nisanda cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ve Ahmet Necdet Sezer koltuğunu AKP’nin kurucularından olan Abdullah Gül’e devretti. 2007 yılının nisan ayında seçilen Abdullah Gül, 2008 yılının şubat ayında tekrar gündeme gelen Vakıflar Yasası’nı Ahmet Necdet Sezer’in veto ettiği maddeler de dahil olmak üzere onayladı.

Türkiye’de o günün şartları itibariyle yetmiş altı Rum, elli üç Ermeni, on dokuz Musevi, on Süryani, üç Keldani, iki Bulgar, bir Gürcü ve bir de Maroni cemaatine ait vakıf vardı. Bu vakıflar, 2008’de yürürlüğe giren beyanname ile bir bir ibadethanelerini de içerdiği iddia olunan arazileri devralmaya başladılar. Gökçeada Aya Nikola Kilisesi, Gökçeada Ayamarina Rum Ortodoks Kilisesi, Hatay İskenderun Süryani Katolik Kilisesi, Surp Giragos Kilisesi, Kumkapı Meryemana Kilisesi, Hatay İskenderun Rum Katolik Kilisesi, Diyarbakır Sur Ermeni Protestan Kilisesi, VorvoksVorodman Kilisesi, Diyarbakır Sur Ermeni Katolik Kilisesi, Gaziantep Nizip Fevkani Kilisesi ve devamında birçok azınlık ibadethanesi Türkiye Cumhuriyeti tarafından onarılıp ilgili vakıflara arazileriyle beraber teslim edildi.

Olaylar bununla sınırlı kalmadı. 2015 yılında Beyoğlu Süryani Kadim Meryemana Kilisesi kendilerine bağış yapılan, sonradan devletin otoritesi sayesinde el konulan arazileri hakkında iade davası açtı. Davayı kazandılar, arazinin üzerinde bulunan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin kampüsünde de hak iddia ettiler. Arazinin Süryanilere ait olduğu tescillendi ve 1882 yılında kurulan Mimar Sinan Üniversitesi’nin Süryani arazisinde yer alan kısmı için devletimiz Süryanilere para ödedi.

Bu gibi birçok fiyasko yaşandı. Sebebi sorgulanır, sorgulanmaz. Senelerdir unutulmuş, üstüne toprak atılmıştır. Olayın patlayacağı yere temas edecek, “zülf-ü yâre” dokunacak, saygıdeğer devlet yöneticilerimizin Ermenileri bizden daha çok sevdiğini de bir kenara koyacak olursak, bu yasa sonucunda taşınmaz ve arazilerde hak iddia eden cemaat vakıfları, yalnızca gayrimüslim, yabancı kökenli falan olan cemaatler ya da vakıfları olmamıştır.

Lafın tamamı, aptala anlatılır. Başbuğ, Kastamonu Nutku’nda şu sözleri sarf etmiştir:

“Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir. Rüesayı tarikat bu dediğim hakikatı bütün vüzuhiyle idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapayacak, müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir. Arkadaşlar; huzurunuzda muvacehei millete beyanı teşekkür ederken hissettiğim ve gördüğüm hususatı olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.”

Başbuğ’un emaneti Türk milletinin ise, vazife de Türk milletinindir!

***

Yolbaşçımız Atsız Ata vefat etmeden önce, son yazısında müttefik İngiliz-Fransız-Rus donanmalarının baskına uğratarak batırdığı 57 Türk gemisinden ve şehit olan 8.000 askerimizden bahis açmıştır. Hadise 20 Ekim 1827 tarihinde Navarin Limanı’nda gerçekleşmiştir. Yazının devamında, aynen aktaracağım şöyle bir bölüm mevcuttur:

“Türk milleti, yukarı kademelerden gelen sözlere çabuk inanmakla ün yapmıştır. Bundan dolayıdır ki ona daima en katı gerçekleri söylemekte fayda vardır.”

Türk milletinin bu gafil avlanışı, 43 yıl önceki Büyük Türkçü’nün de söylediği gibi devam etmiştir, edecektir. Türk milleti siyaseten bir saflığın mümessili olmuştur. Bugün de yukarı kademelerden gelen sözlere çabuk inanmaya devam etmektedir. Biz bu tehlikenin farkında olup kendimizi en katı gerçekleri söylemekle yükümlü sayıyoruz. Atsız Ata, yazısının sonunda şöyle bir cümleye yer vermiştir: “Dünkü gerçekler, yarın da gerçek olabilir.”

Dünkü İngiliz, dünkü Fransız, dünkü Rus ne ise, dünkü siyasetçi de odur kardeşim!

Gaflet, ihanettir!

Ötüken Dergisi, 181, Ekim/2018.

0 Yorum

Yorum Yap